Son dakıka

21 Haz 2008

Türkiye nasıl bir operasyon karşısında?Mahir Kaynak

TÜRKİYE NASIL BİR OPERASYONLA KARŞI KARŞIYA?Mahir Kaynak asıl hedefi açıkladı




Eski istihbaratçı Mahir Kaynak'tan yaşadığımız olayları ters yüz edecek açıklamalar...

Ya biz de kullanılıyorsak…

İnsan duygu, düşünce ve eylemlerinden sorumludur. Aklının çapı ve idrakinin boyutları oranında elbette yapıp ettiği şeylerin sonuçlarından da sorumludur. Her durumda sorumlu bir varlıktır insan.

Bu gün Türkiye'de bazıları daha büyük bir sorumluluk altındadır. Bulundukları konum, birikim, makam ve mevkileri onlara göstermeleri gereken bir "üstün sorumluluk" yüklüyor.

Mahir Kaynak; Türkiye'nin akıllıca planlanmış bir operasyonla karşı karşıya olduğunu, içeriden bazılarımızın da bu operasyona alet olduğunu, farkında olmadan kullanıldığını söylüyor; operasyonun hedefine işaret ediyor, laiklik hassasiyeti kullanılıyor, yakın hedef Erdoğan'ın tasfiyesi, asıl ve büyük hedef Türkiye'nin geleceği diyor.

Ne dersiniz, Türkiye'yi koruduğuna inandığımız hassasiyetlerimiz, ideolojimiz, duygu, düşünce ve eylemlerimiz Türkiye'nin geleceğini karartacak bir operasyonun çarkını çeviriyor olmasın... Biraz sonuçlara bakalım...


AK Parti'ye kapatma davasının kabul edilmesinin ardından "Operasyon" diye bir yazı yazdınız…

Bunun iyi hazırlanmış bir operasyon olduğu ortada. Bu gerçeği anlamak için partinin kapatılmasının hangi sonuçları doğuracağını irdelemek gerekir.

Nasıl bir operasyon?

Operasyonun iki amacı var; birincisi Türkiye'nin dünya üzerindeki konumunu değiştirmek. İkincisi, AK Parti'nin Güneydoğu'da güçlü oyu var, bu da demek oluyor ki, Erdoğan Kürt sorununu çözebilir. Bunun engellenmesi için AK Parti'nin kapatılması gerekiyor.

ERDOĞAN 'KÜRT NE DİYOR' DİYE SORDU

AK Parti'nin bölgede 22 Temmuz'da aldığı oy parçalanma senaryoların karşı cevap olarak değerlendirilmişti.

Bugüne kadar Kürtlere karşı yürütülen politika; onları yabancı ve sürekli ayrılmayı düşünen bir tehlike gören bir zihniyet vardı. Problemler görmezlikten gelindi ve sürekli itham edildi. Hiç kimse Kürt ne diyor diye sormadı. Erdoğan Kürt ne diyor, diye soruyor.

Yani "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" bahane?

Evet, ama davayı açanların bu operasyonun içinde olduğu iddiasında değiliz.

Kim bu operasyonun sahipleri?

Operasyonu telkin edenler var. Bir kademeye kadar davayı telkin eden ve açanlar esas itibariyle Türkiye'nin gidişatından ve laikliğin zaafa uğramasından şikayetçi olabilir ama daha üst kademede bu uluslararası bir olaydır. Kürt meselesinin çözülmesi büyük güçler tarafından hoş karşılanmaz.

Erdoğan AB'nin ikircikli tavrıyla sık karşılaşıyor…

Tayyip Bey'in pozisyonu zor. Türkiye AB hedefinden vazgeçtiğinde farklı bir hedefi oluşacak. Beliren durum Türkiye'nin kendi başına odak olmasıdır.

'ODAK ÜLKE' İHTİMALİ VAR

Bu mümkün mü?

Bence en mümkün olan durum bu. Türkiye'nin çevresine karşı hasmane tavır sergilememesi, onları yabancı telakki etmemesi ve bütün projelerini bölgesel olarak yapmasıyla mümkündür. Buna şartlar çok müsait. Bu bölgede ABD geldi ve iki trilyon dolar harcadı ama başarılı olamadı. Çünkü bölgeye yabancıydı. Türkiye ABD'nin yapmak istediği fonksiyonun daha iyisini yapar, hem de bu ağırlıkta bir bedel ödemezdi.

Dış dünya Türkiye'yi kendi haline bırakır mı?

Bir müttefik arayacaksınız. ABD bölgede Türkiye'yi müttefik olarak görmeye razı. Onlar dünyada, biz bölgemizde büyüğüz.

Kapatma AK Parti iktidarına son vermez diyorsunuz...

Aynı kadroların kuracağı yeni parti, muhtemelen yeni katılmalarla, eskisinden daha güçlü biçimde iktidarını sürdürür.

Erdoğan'sız bir AK Parti…

Erdoğan'ın yasaklanması partinin yönünde ve Türkiye'nin dünyadaki yerinde önemli farklılıklar yaratır.

Ne gibi?

Tayyip Bey'in siyaseti Türkiye'de devlet-millet zıtlaşmasının önüne geçiyor. Türkiye'nin 70 senelik yönetimi devlet-millet zıtlaşmasına dayanır, buna tahterevalli siyaseti diyorum, biri devleti kurtarır kazanır, diğeri millet iradesi der kazanır. Bu tür bir yönetim de belli istikametlere yönlendirilir. Tayyip Bey bunu gördü ve bu ayrılık yanlıştır dedi, karşılıklı yakınlaşmaktan söz etti. Devletin ordusuna saygım büyük, laiklik ilkesine tavır almayacağım, siz de halkın taleplerine sırtınızı dönmeyin, halka rağmen bir yönetimin kurulamayacağını görün dedi. Dolmabahçe mutabakatı sanki bunun bir simgesiydi.

İki taraf da eleştirdi bunu...

Laikler "Genelkurmay Başkanı siyasete teslim oldu" dediler, öbür taraf ise "askere teslim oldun" dediler.

LAİKLİK HASSASİYETİ KULLANILIYOR

Operasyonu dışarıdan kurgulayanlarla içeriden katılanların hedefleri farklı ama bir noktada ittifak ediyorlar…

Türkiye'de çatışmalar bugüne kadar hep ideolojik temelde yürütülmüştür ama sonuçları siyasi olmuştur. 1980 darbesi solcularla sağcıların çatışması şeklinde görüldü, halbuki proje Türkiye'nin ekonomik olarak batı ile bütünleşmesiydi ve Batı bu hedefine ulaştı. Bizde insanlar bu projenin aleti olduğun farkına bile varmadılar. Bu gün AK Parti'yi kapatmak isteyenleri itham etmiyorum, ülke için daha iyi olur diye inandıkları davanın savunuculuğunu yapıyorlar. Ama operasyonun sonuçları onların beklediği şeyleri getirmeyecektir.

9 Mart 1971'deki solcu cuntanın bu süreçte de izlerini görüyor musunuz?

O fikrin uzantısını görüyorum. Esas itibarıyla sol görünmekle beraber o dönemde sol bir hareket söz konusu değildi, yukarıdan aşağıya başlatılmış bir hareket vardı. Asıl amacı siyasiydi. Bugün de öyle. İnsanlar solcu, İslamcı oluyor bir de bakıyorsunuz aynı şeye hizmet ediyorlar. Analizleri ideolojik değil siyasi yapmak gerekir.

ABD bir operasyonla Türkiye'nin kendinden kopmasına seyirci kalır mı?

Kalmaz… 12 Mart'ta da böyle oldu, ABD karşı güçle uzlaştı. Herkes kendi payını aldı ve uzlaştılar. Şimdi de ABD geri çekilir ve belli bir pozisyonda pazarlıkla uzlaşabilirler. 9 Mart'ta sol cuntacılar egemendi. 12 Mart'tan sonra egemen olan iktidarlar sol cuntanın yarı yarıya ortak olduğu iktidarlardır. Sol cunta taraftarları hiçbir zaman tasfiye edilmedi.

İNÖNÜCÜLER ATATÜRK'E KARŞI DARBE YAPTI

Bizde darbe ve muhtıralar birbirinin devamı niteliğinde mi?

Öyle görünüyor. İki güç var, bu 1960'ta da böyleydi. Herkes sanıyordu ki Atatürkçüler muhafazakârlara karşı darbe yaptı. Bu doğru değil, İngiltere ABD'nin Türkiye üzerindeki etkisini kırmak için 1950 darbesini tezgâhladı. Darbe Celal Bayar'ın liderlik ettiği partiye karşı yapıldı. Celal Bayar, Atatürk'ün son Başbakanı'ydı. Ya Atatürk davasına ihanet edecek adamı Başbakan yapacak kadar öngörüsüzdü ya da İnönücüler Atatürk'e karşı darbe yaptı. Bence ikincisi doğru.

Bu süreçte CHP ve MHP'yi nereye koyuyorsunuz?

Geçmişten bakalım, Gül Başbakan oldu hükümeti kurdu, CHP Erdoğan'ın yasaklarını kaldırmaya onay verdi, Siirt seçimleri iptal edildi. Tayyip Bey adeta zorla Meclis'e sokuldu. Bunda CHP'nin büyük payı var. İdeolojik olarak saçma geliyor ama siyasi açıdan bakıyorum, CHP Gül'ün temsil ettiği siyaseti istemiyordu. MHP milliyetçi ama Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesinde başrol oynadı. Sonra parti kapatmayı zorlaştıralım ama odak olmayı sağlayan kişilere siyaseti yasaklayalım dedi. Bu yaklaşımın hedefinde sadece Erdoğan var.

Operasyon ne zaman başladı?

MHP'nin türban konusunu gündeme getirdiği tarihte.

Devlet içinde nasıl bir çatlak var; bizim adamlarımız, onların adamları gibi mi gözüküyor…

Her oyuncu kendi ideolojisini ön plana çıkarmak üzere kendi yandaşlarını topluyor. Bur operasyonda ilgi çekici olan ideolojik olarak birbirinin tam zıddı olan unsurlar siyasi olarak aynı istikamette olabiliyorlar.

Operasyona AK Parti içinden katılan var mı?

İçeriden de destek bulur ama bunlar operasyonu desteklemek için değil, çıkarları örtüşenler, yeni ümitler besleyen o tarafta yer alabilirler.

AK Parti kapatılırsa kamuoyu duruma nasıl bakar?

Siyasete müdahale olarak algılar. Son tahlilde halk mağdurların yanında yer alır.

HEDEF LİDERLİĞİ ELE GEÇİRMEK

Operasyonun mantığı nedir?


Örgütün ideolojisiyle uğraşma, yönetimini ele geçir ve aynı ideolojiyi hedeflerine uygun yorumlayarak kendi siyasi hedeflerine ulaş.

Herkes bir adım geri atsın, uzlaşalım çağrıları buna mı işaret ediyor…

Çağrıyı yapanların bir kısmı operasyonun farkında bir kısmı değil.

Medya nereye yakın?

Önemli bir bölümü küresel sermayeye yakın. Başlangıçtan itibaren kendilerine yakın olmadığı halde AK Parti'yi desteklediler.

Son altı ayda ne oldu da uzaklaştılar?

Türkiye AB'den uzaklaştı ortaklık sona erdi.

Fakat medya AB'yi hükümetin daha çok gündemde tutması yönünde çaba harcamadan hızla bir çatışmaya girdi…

Ya düzeltmeye çalışırsın ya da bunu en iyi yapacak kadroları başa getirelim dersin…

Kapatma davasına kadar kimsenin aklından geçmezdi bu süreçte AK Parti'nin alternatifinin olabileceği...

Turgut Özal'ı götürürsün, Mesut Yılmaz'ı getirirsin tam ters istikamete gider parti. Türkiye'nin hastalığı, siyaseti ideoloji zannetmesi, hangi taraftansın dediğinde size ideolojisini söylüyor. Farklı ideolojiler aynı siyasi hedefe yönelebilirler.

Sağ-sol zaten göreceli…

Siyasal birliktelik önemli, siyasi hedefi görmek lazım. Hayatım ülkeme yönelik tüm operasyonların gerçekleştiğini görmekle geçti. Darbeler Türkiye'nin dünya üzerindeki konumuyla ilgiliydi. Bütün darbeleri bu çerçevede düşünmek lazım.


Analizleri ideolojik değil siyasi yapın herşey netleşir

Siz ne zaman operas-yonları böyle okumaya başladınız?

1971'de muhtıra verildiğinde istihbarat görevi yaparken bunun Avrupa'nın operasyonu olduğunu gördüm. Solcuların sözleri bana komik geliyordu, tam bağımsızlık istiyorlar ama Türkiye o tarihte tam bağımsızdı, çünkü dış ticareti sınırlıydı. Sovyetler'den yardım alan bir ülke ve solun bağımsızlık için mücadele ettiğini Türkiye yedi. Hiç kimse olayı siyasi açıdan analiz etmiyor, hep ideolojik bakıyor. Operasyon başarılı olursa Türkiye'de marjinal bir kesim hariç kimse doğacak siyasi sonuçtan memnun olmayacak.

Şimdiki durum ne?

Kafalar karışık. Türkiye'nin yönü konusunda da belirsizlik var. Birileri sabahtan akşama milli egemenlik diyor, halk seçerse en iyisini seçer diyor. Halk seçer de halka kim seçtirir bunu soran yok?

Halka kim seçtiriyor?

Medya. Ayrıca operasyonlar yapılır. 2001'de kriz yarattılar iktidar gitti. Şimdi de yaparlar iktidarın tozu bile kalmaz.

Darbe dönemlerinde 'nöbet cetveli' hazırlayan komutanları biliyoruz. Bugün durum nasıl?

Türkiye'ye yönelik operasyonları kapatma davası etrafında yürütüyorlar. Darbeci eğilimler kontrol altına alındı, bir şekilde siz kenarda durun dendi.

Laiklik tehlike altında iddiasına rağmen asker bu sessizliği kabullendi mi?

Öyle…

O da sonuca mı bakıyor?

Hayır, darbe yapmanın maliyeti yüksek bunu dışarının desteği olmadan yürütmek mümkün değil. Destek almazlarsa darbe yapma ihtimali sıfır.

Operasyonu Avrupa yapıyor dediniz. Kastınız?

Avrupa'nın içinde en çok operasyon yapan ülken İngiltere'dir. Çünkü küresel sermayenin yönetim merkezi Londra'ya taşındı. Bu operasyonlar Londra üzerinden yapılıyor.


Operasyonlar başarısız olacak

Bu operasyon siyasi olarak okunabilirse engellenebilir mi?

Evet, Türkiye'ye operasyonun mahiyetini anlatmak lazım. Laikliği koruduklarını zannedebilirler ama sonuç onları da memnun etmeyecek.

Yani kullanıldıklarını görmeliler…

50 yıllık tarih bunu gösteriyor. Bir sürü adam "bizi kullandılar" diyor. Yaratacağınız sonuçları görün, Türkiye'nin geleceği neredeyse hep beraber orada uzlaşın diyorum.

Kanaatiniz nedir?

Erdoğan ve Gül operasyonun farkına varıyorlar, nasıl bir Türkiye'nin hedeflendiğini yargı ve egemen güçler de fark edecekler, parti kapanmayacak ve operasyon başarısızlığa uğrayacak.

Kim egemen güçler?

Türk Silahlı Kuvvetleri…

Medya ve patronlar farkeder mi?

Fark ettirilir. Kendi başlarına hareket etmezler. TSK'nın farkında olması o cepheyi güçlendirir, operasyon yapanlar da TSK'yı karşısına almak istemezler. Büyük medyayla asker arasında hiçbir sürtüşme olmamıştır.

Erdoğan kalır, Kürt sorunu çözülür, devlet-millet çatışması sona ererse.

Bu ülke üzerinde operasyon yapmak güç hale gelir, Türkiye'nin dünya üzerinde ne kadar büyük potansiyeli olduğunun farkına varırız.

Tayyip Bey ne yapmalı?

Sert reaksiyon göstermesin, kendisini kurtarıyor izlenimi veren düzenlemelere girmesin, Türkiye'ye durumu anlatsın, bunun irtica-laiklik kavgası olmadığını, Türkiye'nin kaderinin değişeceğini söylesin ve yapacağınız hata geleceğinizi tehlikeye düşürür desin. Eğer problem anlaşılırsa mesele Tayip bey meselesi olmaktan çıkar, Türkiye meselesi olarak görülür. Anayasa Mahkemesi'ndeki 11 üye de bu gerçeği görür.

Mehmet Gündem / Yeni Şafak

19 Haz 2008

Mankenlikten Tesettüre uzanan yol



12 Haziran 2008 13:08


Mankenliği bırakıp tesettüre girdi. Yaptığı İslami ilimler çalışmaları ile bilgi ve birikimini artırdı. Ve Yazarlığa başladı... Kimmi? İşte Gülay Pınarbaşı röportajımız:



Gülizar Sönmez'in röportajı:

Haber5.com

Mankenliği bırakıp tesettüre girdi. Yaptığı İslami ilimler çalışmaları ile bilgi ve birikimini artırdı. Ve Yazarlığa başladı... Kimmi? İşte röportajımız:


Gülay Pınarbaşı ; İlk ve orta dereceli eğitimini Konya'da tamamladıktan sonra, Ankara Gazi Yüksek Hemşirelik okulunu kazandı.

1989 yılında mankenliğe başlayıp, bir yıl sonra, 1990'da, "Miss Globe Türkiye Güzeli" seçildi. Bundan sonraki dönemde birçok televizyon dizisinde ve filmde rol aldı. "Ölümsüz Diriliş" ve "Kelebekler Sonsuza Uçar" gibi dini ağırlıklı filmlerde başrol oynadı. 1991-1993 yılları arasında Aktüel Kreasyon isimli dergide Moda Editörlüğü ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü yaptı.

1993 yılının Nisan ayında İslami yaşam tarzını seçip, Allah'ın emirleri ve Peygamber Efendimiz'in sünneti doğrultusunda hayatını sürdürme kararını aldı ve mankenliği bir daha dönmemek üzere bıraktı.

Çalışmalarını halen sürdürmekte olan Pınarbaşı ile kendisi, verdiği karar, nelerle uğraştığı ve birçok konu üzerine konuştuk.

Öncelikle Haber5 olarak, röportaj teklifimizi geri çevirmeyerek bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Gülay Pınarbaşı kimdir?

1969 yılında Karaman'da doğdum. 1993 yılına kadar farklı bir hayatım vardı, Allah'a çok şükür Allah iman nasip etti, 1993'den beri Allah rızası için yaşayan bir insanım. Dinimizi öğrenip, Allah'ın emrettiği şekilde yaşamaya başladıktan sonra, Allah'ın verdiği tüm nimetleri Allah yolunda, İslam ahlakını yaymak için kullanmaya karar verdim. İçinde bulunduğumuz dönem tüm Müslümanların, imkanları az da olsa çok da olsa, Allah için mücadele etmesi, dinsizliğe karşı çalışma yapması gereken bir dönem. Allah yaşadığımız pek çok olayla bu sorumluluğumuzu bize hatırlatıyor.

"1993, Nisan ayında İslami yaşam tarzını seçip, Allah'ın emirleri ve Peygamber Efendimiz'in sünneti doğrultusunda hayatını sürdürme kararını aldınız ve mankenliği bir daha dönmemek üzere bıraktınız bambaşka bir hayata "bre bismillah" dediniz" bu karar nasıl verildi? Bu karara size iten nedir?

Gerçek bir Müslüman gibi yaşamaya karar vermeme, Sayın Adnan Oktar'ın eserleri ve ilmi çalışmaları vesile oldu. Kendisiyle sohbet etme imkanı buldum. Dinsizliğin ve inançsızlığın bu kadar yaygın olduğu bir dönemde, samimiyetle, kararlılıkla, azimle ve candan bir coşkuyla imanı yaşadığını görmek beni çok etkiledi. Samimi iman eden insanları görmek, imanlı yaşamanın ne kadar büyük bir konfor ve güzellik olduğunu anlamamı sağladı. Şu da var ki, Allah'ın varlığı ve yaratışı aslında çok açık. Ancak insanlar din ahlakının ne kadar büyük bir kolaylık ve güzellik olduğunu tam olarak bilmiyor olabilirler. Yapılan telkinler nedeniyle pek çok insan dini yaşamanın zor olduğunu sanıyor olabilir. Oysa asıl zor olan dinsiz yaşamaktır. Allah'ı sevmek, Allah'tan korkmak, Allah için yaşamak bir insan için hayattaki en büyük kolaylık, en büyük güzelliktir. İnsanın çektiği acıların, manevi sıkıntıların temelinde hep din ahlakından uzaklaşmak, Allah'ın emrettiği ahlaktan uzaklaşmak vardır. Bir insan Allah'a ne kadar yakınsa o kadar neşeli, rahat ve huzurlu olur.

İnsan neden örtünmeyi ister ya da siz neden istediniz?

İmanı bir kere öğrendikten sonra salih bir mümin için asla geriye dönmek mümkün değildir. Ya da Allah'ın rızasının en fazlasını bilirken daha azını yaşamak, daha azına razı olmak imkansızdır. Örtünmek Allah'ın emri, bu konuda hiçbir şüphe yok. O zaman bu konuda tereddütlü davranmanın da bir manası yok.

Bu dönüm noktası diyebileceğimiz karar öncesinde nasıl bir hayatınız vardı…

Aslında o dönemin detaylarını konuşmanın pek bir anlamı yok. Ama şu kadarını söyleyeyim, dünyanın en zengin ortamlarında da yaşasanız, dünyanın en iyi mekanlarında da bulunsanız, dünyanın en güzel insanlarıyla birarada da olsanız, iman olmadıktan sonra, Allah'ı bilmedikten sonra, etrafınızda Allah'tan korkan insanlar olmadıktan sonra huzurlu ve güzel yaşamanın imkanı yok. İnsan öyle bir ortamda adeta cehennemi yaşıyor gibi oluyor. Samimi müminleri görüp imanı tanıdıktan sonra da tarif olmayacak bir nimete kavuşuyor inşaAllah.

Kararınız karşısında nasıl tepkiler aldınız. Karşı çıkan ya da destekleyen kimler vardı etrafınızda.

Önemli olan insanların değil Allah'ın rızası. İnsanların hepsi beni sevse, takdir etse ama, Allah korusun, Allah razı olmasa, bunun bana ne faydası var. Bir mümin için Allah'ın rızasından, hoşnutluğundan ve cennetinden daha önemli hiçbir şey olamaz. Allah Kuran'da da bildiriyor bir mümin özelliği olarak, "kınayanın kınamasından korkmazlar" diye buyuruyor Rabbimiz. Mümin samimi olarak dini yaşamaya karar verdiğinde, Allah yolunda çileyi de kabul ederek başlıyor işe inşaAllah. Bu şeref duyulacak bir durum. Allah yolunu tercih ettiği için bir insan incitici sözler işitiyorsa, iftiraya maruz kalıyorsa, haksızlığa uğruyorsa bu onun doğru yolda olduğunu gösterir. Çünkü Allah yolunda zorlukla karşılaşmak Allah'ın mümine vaadidir. Mümin Allah yolunda malını ve canını satmış insandır. Bizim herşeyimiz Allah'a ait, Allah nasıl takdir ederse öyle olur. Dilerse verdiklerini arttırır, dilerse kısar. Mümin nimet arttığında da kısıldığında da şükreder, Allah'tan razı olur.

Bu kararla mankenlik dışında hayatınızda vazgeçtikleriniz nelerdir.

Ben mümin olmakla çok şerefli bir yaşamı tercih ettim. Allah, "Biz onlara şan ve şereflerini getirdik" diye buyuruyor. Sanki geride bırakılmış değerli birşey varmış gibi düşünmek de ifade etmek de doğru olmaz. Eğer geride bırakılan birşey varsa, onların hepsi güzel olmayan bir ahlaka ve yaşama ait şeyler ve zaten terk edilmesi gereken şeyler. Allah bana böyle şerefli bir hayat nasip ettiği için sürekli şükrediyorum. Mümin olmakla kazandığım o kadar fazla nimet var ki inşaAllah, bunun neşesi ve huzuru hiçbir şeyle kıyaslanmaz.

İlk defa dışarı kapalı çıktığınızda neler hissettiniz.

Allah böyle bir güzelliği yaşattığı için şükrettim. Allah şerefli bir yaşam nasip ettiği için hamd ettim.

Örtündükten sonra bambaşka bir çevreye girdiniz. Onların size karşı tepkileri davranışları nasıldı?

Salih müminler sevgiyi, şefkati gönülden yaşıyorlar. Müminlerin sevgisi Allah rızası için ve karşılıksız bir sevgi. O nedenle tüm Müslümanlardan hep anlayış gördüm. Allah Kuran'da tüm müminlerin kardeş olduğunu bildiriyor. Gerçekten de tüm Müslüman camialar beni kardeşleri gibi karşıladılar, sevdiler. Allah hepsinden razı olsun.

Halen milli gazetede köşe yazarı olarak yazıyorsunuz. Yazma tercihi nasıl oluştu.

İslam'ı öğrenmeye başladıktan sonra, bir müddet kendimi yetiştirmeye vakit ayırdım. İlmihalleri okudum, İslam alimlerinin eserlerini okudum. Allah rızası için hizmette bulunmak istedim. Okuduklarımı, öğrendiklerimi, düşündüklerimi anlatmanın bunun için iyi bir yol olacağını düşündüğüm için yazmaya karar verdim. Günlük yazılarımın yanı sıra kitaplarım da yayınlandı. İnternet sitemde de sürekli yazılarım yayınlanıyor. Şu dönemde, imanı takviye edecek, güçlendirecek, dinsiz ideolojilere karşı set oluşturacak ilmi çalışmalar çok önemli. Herkes elinden ne geliyorsa onu yapmalı. Bir kişi yazı yazar, diğeri o yazının yayınlanacağı gazeteyi hazırlar, bir diğeri gazeteyi alıp çevresindekilere okutur, bir başkası alır o yazıyı internette yayar... Herkes bir ucundan destek olursa, bu birlik ve dayanışmayla Allah'ın dini hızla yayılır inşaAllah. İnşaAllah benim yazılarımın da İslam ahlakının yayılmasında katkısı olur diye temenni ediyorum. Harun Yahya'nın tüm dünyayı derinden etkileyen eserleri tüm İslam alemi için önemli birer örnek.





Yazmanın yanı sıra bir dönem siyasette de yer aldınız. O zamanlar birçok muhafazakâr parti varken Refah partisini seçtiniz bunun nedeni nedir?

Tabi ki tüm sağ partiler çok güzel bir hizmet veriyorlar, çok değerli çalışmalarda bulunuyorlar. Refah partisi de çok geniş bir inançlı kesimi kucaklayan bir partiydi. Sayın Erbakan gerçek bir dava insanı, tüm yaşamı mücadeleyle geçmiş. Yaptığı hizmet çok büyük. Samimiyetine inandığım çok değerli, çok saygı duyduğum bir insan. O dönemde Refah Partisi'nde hizmet vermenin daha faydalı olacağını düşündüğüm için bu tercihi yapmıştım.

Milli görüş lideri Prof. Dr. Erbakan'ın aldığı ceza ev hapsini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Allah herşeyi bir hayırla yaratır. Bunda da pek çok hikmet ve hayır var. Tüm Müslümanların gözünde değerini kat kat arttıran, ona duyduğumuz sevgiyi ve saygıyı çok güçlendiren bir karar bu. Böyle kararlar Müslümanların şevkini ve heyecanını arttırıyor, birbirlerine duydukları bağlılığı güçlendiriyor. Hz. Adem'den bu yana salih müminlerin hayatı hep mücadele içinde geçmiş. Geçmişte yaşayan müminler de tutuklanmışlar, yurtlarından sürülmüşler, hatta katledilmişler. Geçmişte yaşananların bir benzerinin bugün yaşanması hem Allah'ın bir kanunu, hem de yaşayan için çok şerefli, müslümanlar nezdinde de sevgiyi kat kat arttıran bir konu.

Türban sorununa nasıl bakıyorsunuz? Kadınların örtünmesine erkeklerin karar vermesine, kadınlar üzerinden siyaset yapılmasına?

Örtünmek Allah'ın emri. Örtü, Müslüman kadının şerefidir. Örtünen insanlarımız bunu sadece Allah'ın hükmü olduğu için, Allah'ın rızasını umarak yapıyorlar. Bunun dışında bir amaçları, planları yok. Herkes gibi onların da diledikleri gibi okuyabilecekleri, yaşayabilecekleri ortamın sağlanması gerekir. Okul kapılarında yaşanan sıkıntıların son bulması gerekir.

Gündem ne olursa olsun bir şekilde hep tesettüre ve kadına geliyor. Bir ara gündemimizi çok meşgul eden konulardan biride moda ve tesettür oldu. Çağa ayak uydurma daha modern görünme adı altında farklı giyim tarzlarını defilelerle sunan firmalar oldu. Bu çabayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Allah Kuran'da mümin kadınların örtünmesini bildirirken, bunun şerefli bilinmeleri, tanınmaları ve korunmaları için olduğunu haber veriyor. Mümin bir kadın için iffeti çok önemlidir. İffetini koruma konusundaki hassasiyeti mümin kadını değerli kılar, ona saygı duyulmasını sağlar. Tabi ki Müslümanlar, kaliteli, asil, zevkli ve estetik değerlere önem veren insanlardır. Ama bunun her zaman helal sınırları içinde olması, mümin kadınların saygınlığını ve değerini güçlendirecek şekilde olması gerekir.

Tartışılan konulardan biride hem şık modern olmak hem de tesettürlü olmak. Bu ikisinin yan yana olabileceğini düşünüyor musunuz?

Mümin estetikten zevk alır. Kaliteden, temizlikten, asaletten hoşlanır. Elbette bir mümin kadın hem iffetli asil, hem tesettürlü ve şık olabilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, mümin kadın için önemli olan iffettidir, iffeti hakkında şüphe uyandırabilecek, tereddüte sebep olabilecek herşeyden kaçınır mümin bir kadın.

Çankaya'da türbanlı bir first lady'nin oturması bir zafer mi?

Türkiye'nin genelinde çok hızlı bir din ahlakına yöneliş var. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde neredeyse ilk defa %47 oyla tek başına bir muhafazakar parti iktidar oldu. Bundan 30 yıl önce insanların neredeyse %70'i Darwinizm'e inanırken, bugün Türkiye'de evrime inanlarının sayısı parmakla gösterecek kadar az. Halk artık canlılığın tesadüfen ortaya çıktığı masalını kabul etmiyor. Allah'ın yarattığını kabul ediyor. Bu çok önemli bir gelişme. Nitekim bu gelişme uluslararası alanda da kabul ediliyor. Türkiye'nin önümüzdeki yıllarda bölgenin lider ülkesi olacağı, yani İslam coğrafyasının lideri olacağı söyleniyor.

Türkiye'deki kadın profilini nasıl değerlendiriyorsunuz.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da çok olumlu bir gelişme var bence. Din ahlakına yöneliş kadınlarımızın toplumda hak ettikleri saygıyı görmeleri için çok önemli bir zemin oluşturdu. İmanın nuruyla aydınlanan kadınlarımızın da yaşantılarında çok güzel gelişmeler oluyor. Allah Kuran'da "Erkek olsun kadın olsun kim salih bir amelde bulunursa, karşılığını eksiksiz olarak alacağını" bildirmiş. Kadınlar da İslam ahlakının yayılması, dinsizliğe karşı fikri üstünlüğün sağlanması konusunda sorumluluk sahibidir. Son zamanlarda bu sorumluluğu yerine getirmeye gayret eden birçok saliha bayanın hizmette bulunuyor olması çok güzel bir gelişme.

Kendi içimizde bu kadar dalmışken Filistin'de Irak da Müslüman kardeşlerimiz öldürülüyor. Müslüman kardeşlerimizin acılarına bu kadar duyarsızlaşmamızın, onların acılarını acı nedeni sizce nedir?

İslam dünyası çok sıkıntılı bir dönemden geçiyor, ama bu sıkıntılar aydınlık bir geleceğin müjdesi inşaAllah. Peygamber Efendimiz (sav) 1400 yıl önce tüm bu yaşanacakları detayıyla haber vermiş. Müslümanların çok zor günler geçireceğini söylemiş, ama bununla birlikte bu sıkıntıların nasıl ortadan kalkacağını da belirtmiş. Bu sıkıntılar Hz. Mehdi'nin zuhurunun Hz. İsa'nın yeniden gelişinin ve Allah'ın izniyle İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olmasının habercisidir. Her kışın bir baharı olduğu gibi, İslam aleminin yaşadığı bu sıkıntıların da sonu olacaktır inşaAllah. İslam coğrafyası ve tüm dünyayı çok aydınlık bir gelecek bekliyor.

Tabi şunu da unutmamak gerekir ki, komşularımız, kardeşlerimiz böylesine ciddi acılar yaşıyorken, bizim bu durumda ne yaptığımız, nasıl çaba harcadığımız da çok önemli. Çünkü biliyorsunuz, zulme rıza göstermek de zalimlik olur. Zulme rıza göstermediğimizi göstermenin en önemli yolu ise Kuran ahlakının yayılması için vargücümüzle gayret etmemizdir.

Bilim Araştırma Vakfında çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

Bilim Araştırma Vakfı Türkiye çapında örneği görülmemiş bir fikri hizmet veriyor. Verdikleri konferansların sayısı 2000'i geçti. İl il ilçe ilçe dolaşıp Allah'ın varlığını ve birliğini, Darwinizm'in geçersizliğini anlatıyorlar, iman hakikatlerini gündeme getiriyorlar. Müthiş bir imani hizmet içerisindeler maşaAllah. Ben de gücüm oranında bu büyük ilmi mücadeleye destek olmaya çalışıyorum.

Bizim fark etmeden değinmeden geçtiğimiz ,sizin belirtmek istediğiniz söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Ben tüm mümin kardeşlerime İslam alemini aydınlık bir geleceğin beklediğini yeniden müjdelemek isterim. Allah bu dönemde herkesi çok farklı şekillerde imtihan edecektir. Önemli olan müminlerin tesanüdür, kardeşliği ve birlik ruhu içinde hareket etmesidir. Müminlerin birliği ve beraberliği, inançsız insanların hiç istemedikleri, en çok ürktükleri şeydir. Onlar müminleri dağınık görmek isterler, hatta bunun için müminlerin arasına fitne, fesat sokmaya çalışırlar. Ancak Allah'ın izniyle takva sahipleri bu fitnelerden zerre kadar etkilenmez. Eğer bir kale gibi bir olunursa, Allah'ın ipine sımsıkı sarılırsak, üzerinden gelinmeyecek hiçbir zorluk yoktur. İnsanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini göreceğimiz günler çok yakındır. Allah nurunu muhakkak tamamlayacaktır. O zaman hep birlikte hamd edip, şükredeceğiz inşaAllah.

Zaman ayırıp cevaplandırdığınız için tekrar teşekkür ederiz.

18 Haz 2008

Tarihi Resimler










Küfür Rejimi Çatırdıyor, Nihâî Darbeyi Vuracak Olanlar Nerede?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi'nin, önceki hafta
aldığı, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan ve üniversitelerde
başörtüsü düzenlemesi olarak bilinen değişiklikleri iptal kararının
ardından 10 Haziran 2008 Salı günü, kamuoyuna bir hitapta bulunarak
çeşitli değerlendirmelerde bulundu.

Yaklaşık 40 dakika süren konuşmasında Başbakan, daha önce pek çok kez
tekrarladığı gibi, Laik (Dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
yasama organı olan Meclis'i "ulvî çatı" olarak tanımlayıp Meclis
duvarında asılı bulunan "egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir"
ifadesini yineleyerek Meclis'te yapılan yasamanın halk adına
yapıldığını, kendilerinin halktan yetki aldığını, rotalarını halkın
belirlediğini, siyâsetlerinin milletin siyâseti olduğunu, millet ile
birlikte olduklarını ve millet ile beraber yürüdüklerini iddia etti.
Biraz daha ileri giderek ülkenin ve halkın huzuru için, istikrarı
için, (araya sıkıştırdığı) demokrasi için, refah için çalıştıklarını
öne sürdü. Ardından Anayasa Mahkemesi'nin kararının, Meclis'in bu
yasama hakkına müdâhale olduğunu, Mahkeme'nin kararın gerekçesini
yayınlamamasının Anayasa'ya aykırı olduğunu ve mevcut durumun siyâsî
bir kriz olduğunu ifade etti. Ardından bu krizin ve çatışmanın
sorumlusu olarak, Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) gösterdi. CHP'nin
kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı davrandığını, devletin kurumlarını
karşı karşıya getirmeye çalıştığını, bir yetki çatışması meydana
getirmeye uğraştığını ve böylelikle CHP'nin demokrasiye, millete ve
"evrensel hukuka" karşı çatıştığını söyledi. Bu kriz sonucu meydana
gelecek "sistem yetmezliği" ve "yetki çatışması"na bu ülkenin
tahammülü olmadığını itiraf etti. Ardından bir kez daha Anayasa
Mahkemesi'nin işlevine atıfta bulunarak "Kanun koyma yetkisi
münhasıran, yani sadece ve sadece seçilmiş meclislere aittir. Anayasa
tarafından verilen bu yetkiyi kimse yüce Meclisimizden alamaz, kimse
kendini yasa koyucu yerine koyamaz." ifadelerini kullandı.

Bu konuşmanın siyâsî ağırlığı olduğu muhakkaktır ve siyâsî bir
değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. Bununla birlikte yöneticiler, kendi
politikalarını yürütürken, kendilerini savunurken, karşıtlarına
saldırırken veya kendilerini haklı gösterirken, Müslüman oldukları
için kendilerini destekleyen insanların da inancı olan İslâm Akîdesi
ile taban tabana zıt fikirler ortaya koymaktan sakınmamaktadırlar. Bir
diğer ifadeyle, kaş yapayım derken göz çıkarmakta, ya kalplerinden
yukarı çıkmayan inançları ile çelişen ya da kalplerinde gizledikleri
gerçek inançlarını ifşa eden durumlara düşmektedirler.

Şüphesiz İslâm yegâne hak dîndir ve bu dîn, Batı'daki dîn konseptinin
veya Amerika'nın "Ilımlı İslâm" teorisinin aksine sırf mânevî bir dîn
değildir. Bilakis İslâm; hayatın tüm işlerine ve sorunlarına yönelik
fikirler, hükümler ve çözümler içeren kapsamlı bir ideolojidir. Bu
ideolojinin esâsı, İslâm Akîdesi'dir. İslâm Akîdesi, yeryüzünde
yasamayı yalnızca Allah [Subhânehu ve Te'alâ]'ya has kılar. Oysa
bugünkü Kapitalist Küfür sistemi, bu hakkı beşere vermiş, İslâm'a göre
küfür hükmünde olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine
dayalı olarak halkın yönetimi vehmedilen demokrasiyi esas almıştır.
Allahu Te'alâ şöyle buyurmuştur: إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ
أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ
وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ "Muhakkak ki hüküm ancak
Allah'a aittir. O size Kendisinden başkasına asla kulluk etmemenizi
emretmiştir. İşte dosdoğru dîn budur, velâkin insanların çoğu
bilmezler." [Yûsuf 40] Dolayısıyla halkın kendi kendini yönetmesi
olarak tanımlandığı halde, gerçekte halka dayatılan bir avuç insanın
ve efendilerinin keyfî yönetimine ve yasamasına dayanan Demokrasi'yi
ve bunun palavra sloganı olan "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir"
ilkesini devlet yönetimine esas haline getirmek, İslâm'a göre küfürdür
ve hiçbir Müslüman, bu küfrün tezâhürüne rızâ gösteremez.

Ulvî çatı denilen hâlihazırdaki Meclis, İslâm'ın yönetim nizâmı olan
Hilâfet'i ilgâ etmiş olan meclistir ve bu meclis, Osmanlı Hilâfet
Devleti'nin henüz yıkılmadığı 1920 yılında kurulmakla, devlet içinde
devlet mesâbesindeki isyâncı bir hareketin karargâhı halinde inşâ
edilmiştir. O zamandan beri de İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlık,
Kâfirlere ve sömürülerine hizmet eksenli küfür yasalarının çıkarıldığı
bir Dırâr Meclisi işlevi görmüştür. Evet orada demokrasi, laiklik ve
diğer Küfür fikirleri için yasalar çıkarılmıştır, ancak halkın huzuru,
istikrarı ve refahı doğrultusunda kayda değer hiçbir ilerleme
olmamıştır. Orada hiçbir zaman halkın arzusu ve irâdesi tecelli
etmemiş, aksine oraya seçilmiş görünen "atanmışların", kendilerini
oraya atayan efendilerinin irâdelerini tecelli ettirdikleri bir mekân
olmuştur. Dolayısıyla bu mecliste bulunan temsilcilerin hepsi olmasa
da azami çoğunluğunun rotasını belirleyen, oylarını aldıkları Müslüman
halk değil, aksine doğrudan yada dolaylı hizmetinde oldukları
Sömürgeci Kâfirler olmuştur ki bunlar, hükümetin arkasındaki Amerika
ve muhâlefetin arkasındaki İngiltere'dir. Varsayalım ki bu meclis,
tamamen halkın arzusunu ve irâdesini temsil ediyor, tamamen bağımsız
ve özgür, bütünüyle halkın çıkarları, huzuru, refahı ve istikrarı için
çalışıyor, ülkeyi dünyanın en büyük devleti seviyesine yükseltiyor...
aklınıza gelebilecek bütün başarıları sağlıyor... bütün bunları yapsa
bile, İslâm nazarında bu Meclis küfrün karargâhı olmaya devam edecek,
çıkardığı yasalar küfür yasaları olarak kalmayı sürdürecek ve asla
Allah'ın, Rasulü'nün ve mü'minlerin lânetine ve öfkesine mâruz
kalmaktan kurtulamayacaktır.

Söz konusu evrensel hukuk, Kâfirlerin Müslümanlar ve diğer dünya
hakları üzerindeki tahakkümünün hukukî safsatasıdır. Bu hukuk, Irak'ta
ve Afganistan'da gâyet bârizdir(!) Bu evrensel hukuka saygı
bekleyenler, aslında Sömürgeci Kâfirlerin bu ülke ve halkı üzerindeki
tahakkümüne boyun bükülmesini istemektedirler ki bu durum, "milletin
irâdesi" söyleminin gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu teyit
etmektedir. Ayrıca Başbakan CHP'ye çatmakla, Sömürgecilik nüfûzu
sebebiyle süregelen siyâsî çatışmanın ve krizin gerçek yönünü
gizlemekte, meydana gelenin Amerika ile İngiltere arasındaki bir
çatışma değil de hükümet ile muhâlefet arasındaki yerel bir çekişmeden
ibâret olduğu izlenimi vermektedir. AKP'ye açılan kapatma dâvâsının,
Amerika'nın başkanlık seçimlerine kilitlendiği ve Amerikan Başkanı'nın
"topal ördek" olarak görüldüğü bir döneme denk gelmesi tesâdüf müdür?
İngiltere Kraliçesinin Türkiye ziyâreti tesâdüf müdür? Çatışmanın
Amerikan-İngiliz çatışması olmadığı görüntüsü vermek, bu halkı
aldatmaktan ve mevcut despot nizâmı korumaktan başkasına hizmet
etmemektedir. Duyarlı kesimler artık bu gerçeği görmeliler ve ona göre
tavır koymalıdırlar. Fakat dikkat çekici olan husus şu ki çatışan her
iki taraf da, aralarındaki çatışmanın şiddetine ve keskinliğine
rağmen, devlet kurumlarını ve mevcut nizâmını korumaya özen
göstermektedir. Başbakan'ın konuşmasındaki dikkatli kelimeler ve îmâlı
çağrı, bu özenin bir yansımasıdır. Bunu teyit eden bir diğer husus, bu
konuşmadan birkaç gün önce Başbakan'ın bir televizyon kanalında
verdiği röportajda söylediği şu cümlelerdir: "Ama ben bir Müslüman
olarak, bir dindar olarak laikliği ne yaparım? Laikliği savunurum.
Laik devleti savunurum. Şu anda da laik devletin Başbakanıyım ve bunu
da savunuyorum, inanarak savunuyorum...Ve bu anlamda dört dörtlük bir
laikim." Hükümet yanlısı kesimler de, verdiği "sadece üniversitelerde
başörtüsü serbestisi" aleyhindeki kararının ardından saldırdıkları
Anayasa Mahkemesi'nin kurumsal yapısına saldırmamaya özen göstermekte,
meseleyi 11 yargıçtan 9'una mâl ederek şahsîleştirmektedirler.
Mahkemenin bu üyeleri yargılandıkları yahut görevden alındıkları
takdirde, Laik devletin bu askerî darbe mahsulü kurumu paklanmış mı
olacak? AKP hakkında gelecek ay verilmesi beklenen kararda AKP'yi
kapatmama kararı alırsa "ak"lanmış mı olacak?

Muhakkak ki bu bâtıl rejim çöküş yolundadır, çünkü; إِنَّ الْبَاطِلَ
كَانَ زَهُوقًا "Şüphesiz bâtıl yok olmaya mahkumdur." [el-İsrâ' 81]
Başbakan da bu gerçeği teyit etmekte ve bunu "sistem yetmezliği"
olarak tanımlamaktadır. İşte aralarındaki keskin çatışmaya rağmen hem
Hükümet hem de Muhâlefet kesimlerinin, bu Laik (Dinsiz) devletin
kurumlarına ve nizâmına karşı bu kadar harîs olmaları, buradan ileri
gelmektedir. Kendilerine yön veren küresel Sömürgeci Kâfirlerin,
üzerinde yaşadığımız coğrafya ve bu cümleden Türkiye hakkındaki en
büyük korkusu İslâm'dır, İslâm'ın devleti Râşidî Hilâfet'tir.
Hükümet'in efendisi Bush da, Muhâlefet'in efendisi Blair ve Brown da,
İslâm'dan ve Hilâfet'ten duydukları korkuyu pek çok kez izhâr
etmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye'de kurumların çökmesi, nizâmın iflâs
etmesi ve devlet-millet köprülerinin koparak halkın siyâsî açıdan
İslâm'a yönelmesi durumunda, bu Kâfirlerin, nüfûzlarının, çıkarlarının
ve dolayısıyla uşaklarının sonu anlamına gelecektir.

İşte o gün, yasa koyucunun böyle bir Dırar Meclisi olmayacağı, yegâne
yasa koyucunun Allah [Subhânehu ve Te'alâ] ve Rasulü [SallAllahu
Aleyhi ve Sellem] olacağı, Allah ve Rasulü'nden başka hiç kimsenin bu
hakka asla sahip olamayacağı, egemenliğin halka değil İslâm Şeriatı'na
ait kılınacağı, İslâm'ı ve Müslümanları yükselten, Küfrü, Kâfirleri ve
uşaklarını da alçaltan Râşidî Hilâfet Devleti, Allah'ın izni ve
yardımı ile kurulacaktır. İşte o gün muhakkak Allah'ın kelimesi en
yüce, Küfrün kelimesi en alçak olacak, hiçbir beşer kendi hevâsından
küfür yasaları çıkaramayacak, Sömürgeci Kâfirlerin nüfûzu ve tahakkümü
asla dönmemecesine ortadan kaldırılacaktır. Bu ne bir vehim, ne de
sırf bir temennidir, bilakis bu, Allah'ın vazgeçmeyeceği vaadidir,
Rasulü'nün boş çıkmayacak müjdesidir, Kerîm İslâm Ümmeti'nin gönülden
arzusudur ve siyâsî geleceğin kaçınılmaz ufkudur. O halde Ey
Müslümanlar ve Ey Güç Sahipleri! Can çekişmekte olan bu kokuşmuş zâlim
rejimin ve birbirlerini boğazlayan Sömürgeci uzantılarının sonunu
getirmek üzere ayağa kalkınız. Biliniz ki eğer bütün bu
anlattıklarımız yanlışsa, şu an olduğu gibi hep birlikte zillet içinde
yaşamaya devam ederiz, ama eğer doğruysa -ki Allah'ın izniyle
doğrudur- o zaman icâbet etmemeniz halinde hüsrâna uğrayanlar sizler
olursunuz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ
إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ
بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ "Ey imân
edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet
edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak
O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24]




Hizb-ut Tahrir
Türkiye Vilâyeti
H. 11 Cumâde’l Âhira 1429
M. 15 Haziran 2008

17 Haz 2008

Sen kimin askerisin.Hesap ver!

"Acaba dindar bir orgeneral Mekke'de tavaf yaparken fotoğrafı çekilseydi, akibeti ne olurdu?" Soruyu soran ve "bu millet geri zekalı değil" diyen Nevzat Tarhan'ın çok tartışılacak yazısı...
Paşa paşa bu millet geri zekalı değil!
Bu millet orduyu kutsallaştırdığı için birçok şeyi yuttu, içi kan ağladı ama belli etmedi. Rahmetli Menderes'i astığınızda evlerde yas tutuldu fakat dışa yansıtılmadı. Ama artık yeni kuşaklar öyle değil, Ordu'ya kutsallık atfetmiyor açık açık eleştirebiliyor.




Bu millet aç kalır ama onuru ile oynatmaz. Değerlerine el ve dil uzatıldığı zaman demokratik tepkisini vermeyi öğrendi artık bu toplum. Siyaseti bırakın, işinizi yapın! Ülke sınırlarını koruyun CHP'nin sınırlarını değil.

Daha fazla özgürlük ve başörtülü öğrencilere ayrımcılığa son verme talebi olan 411 oyla geçmiş olan anayasa değişikliği ile ilgili siyasi yorumunuzu yaptınız. Elinizde silah olduğunu unuttunuz. 'Bizim için malumu ilandır' diyerek tarafsızlığı bozdunuz. İkili ilişkilerle zorlama bir AYM kararı çıktığına kanıt olan Yüksek Yargı ile medeni ahbap çavuş ilişkilerinizi kabul ettiniz. Size nasıl inanalım? Hudson Enstitüsü toplantısını da yalanlamıştınız ancak sizin doğruyu söylemediğiniz ortaya çıktı.

Muhabbetiniz ziyade olsun sayın paşam. Bürokrat dayanışmasını en yüksek yargıçlarla birlikte en özel bir şekilde götürüyorsunuz. Önceleri brifingi daha formal biçimde yapardınız şimdi 'kamera karartarak' yapıyorsunuz.

Sohbetiniz hoş olsun Sayın İlker paşam. Siz İstanbul'da Birinci Ordu komutanı idiniz. Kadıköy Belediyesi Özgürlük Parkı'nda cami yapımına karşı çıkmıştı. Sizde alışılmamış bir şekilde 29 Ekim hazırlıklarını tam cami inşaatı önünde yaptırmış 'Mehmetçik camiye karşı' mesajı vermiştiniz. Aynı sohbeti Kadıköy Belediye başkanı ile de yapmışmıydınız?

İnancınız kutlu olsun sayın paşam. Ağlama duvarı önünde kutsalınıza yönelmişsiniz. Acaba diğer dindar bir Orgeneral Mekke'de tavaf yaparken fotoğrafı çekilseydi akıbeti ne olurdu? Şimdi tasfiye ettiğiniz dindar subaylara empati yapabilirsiniz belki de.

Genelkurmay Başkanlığı'na terfiniz hayırlı olsun paşam. Nasılsa "Ben filanca generalle çalışmak istiyorum" diyen bir siyasi irade yok. İnisiyatif kullanan bir hükümet yok.

Üzülmeyin sayın paşam, her 30 Ağustos öncesi dezinformasyon bütün hızı ile cereyan eder. Haberlerin kaynağı da hep önünü tıkadığınız meslektaşlarınızdır. Şimdi dezinformasyonu siyaset yapıyor diye bir gerekçeniz var. Eli mahkûm siyasiler size hürmetlerini sunacaklar, belki de özür dileyecekler. Tıpkı Osman Paksüt'e hükümet sözcüsünün geçmiş olsun demesi gibi.

Merak etmeyin sayın paşam, yandaş basın ve ulusalcıların size bütün güçleri ile sahip çıkmaları tesadüfi değildir. 27 Nisan e-muhtırasının Kara Kuvvetleri Komutanlığı İP'sinden çıkmasını sizi yıpratmaya yönelik bir eylem olarak yorumlamıştık yanılmışız.

Merak etmeyin sayın paşam, basiretsiz siyasetçiler ve sivil bürokratlar Gayri Nizami Harple (GNH) ilgili teklifinizi kabul ettikleri gibi sizin diğer isteklerinizi kabul etmeye devam edeceklerdir.







Soğuk savaş öncesi dış düşmana karsı ABD'den alınan GNH yönetmeliği güncelliğini kaybetti. Yeni yönetmelik psikolojik sınırları ve iç düşman tanımlamasını değiştirerek size sınırsız ve olağanüstü bir gizli ordu oluşturma yetkisi veriyor. Artık darbe yapmak çok kolaylaşacak hatta darbe yapmadan hükümetleri değiştirebileceksiniz. Entelektüel bir generalsiniz Çankaya sizden iyisini mi bulacak?

Sayenizde ABD ile ordumuzun ilişkileri düzelecek. Zat-ı Âli'niz bir İsrail dostusunuz. İran'a saldırmak için bahaneler arayan ABD sizden daha iyi general bulamaz. Böylece her tarafta ABD düşmanı söylemlerde bulunan emekli generallerimiz ABD dostluğunun erdemlerinden söz etmeye başlarlar.

İlker Başbuğ ve Osman Paksüt muhabbetini kasdettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Bu ikili birçok şeyi daha iyi anlamamızı sağlayacak. Acaba siyasi parti kurma hazırlıkları içinde olan Yılmaz Büyükerşen bu ekipten mi?

Bayatlamış psikolojik savaş taktikleri ile hareket edildiği o kadar aşikar ki..

Bir kasaba düşünün. Kasabanın Ağır Ceza Reisi Jandarma Komutanı ile birkaç ayda üç defa saatler süren görüşmeler yapıyor, muhabbeti çok yoğun. Jandarma Komutanı Belediye Başkanı ile mahkemelik. Hakimimiz kasabada mahkemelik olan Belediye Başkanı ile Jandarma Komutanının davasına bakıyor. Kasaba halkı ne düşünür? Ben komutanı operasyon başarısı için tebrike gittim diyen hakim ve komutan inandırıcı olabilir mi?



Demokrasi mi laiklik mi, hangisi reel tehlikede?

Son aylarda yüksek bürokratlar arasında siyasi sonuçları olan işler yaptıktan sonra inkar etme eylemlerini sıklıkla görüyoruz. Deşifre olduğunda geri tepecek olan bu psikolojik savaş yöntemi çok sırıtıyor. Halk enayi değil, her şeyi görüyor. Toplumun değerleri ile çatışan bir grup general önemli bir siyasi karar öncesi ikili ilişkilerle Yüksek Yargıçlarla görüşüyor. Siyasi hiç bir şey konuşulmuyor. Futbol muhabbeti yapılıyormuş. Buna bizim inanmamızı beklemek bizi geri zekâlı olarak bilmek anlamına gelir.



Diğer taraftan Şemdinli'de 'iyi çocuk', Nokta dergisinin darbe günlükleri, 27 Nisan'da kutlu doğum haftası için ilahi söyleyen kız çocuklarını irticai tehdit olarak algılama gibi uygulamalarınızı millet yutmadı ve yutmayacak da.

GNH yöntemlerinde işgal ordusuna karşı hile, yalan, suikastı onaylayan bir sistem iç siyasette çevrilirse bu ülke Yugoslavya gibi olur.

Darbe hukukunu değiştirme çabaları durmamalı… Durursa hem demokrasimiz hem de laiklik ilkemiz zarar görür. Demokrasi laiklikten daha çok tehlikededir.

Toplumun % 60-70 nin değil, % 20-30 unun değil , % 1-2 sinin bile kendisini güvende hissedeceği, kandırılmadığı, devletle bağlantılı güçler nedeniyle tuzağa düşürülmediği bir düzen hayal etmeliyiz.

İslâmsız İslâm ve Siyonizm [OKUNASI BİR YAZI]

Tel Aviv Üniversitesinde doktorasını yapan, bugün Utah Üniversitesinde Doç. olarak görev yapan Hakan Yavuz'un söylediği, işaret ettiği imgeye dikkat ediyoruz. Modernleş me, AKP ve cemaatler üzerinde oynanan oyunların nereye


Ali Haydar HAKSAL

Bazı kavramların ne alma geldiği ve bazı durumların ne kadar bu denli öncelendiğinin üzerinde ciddiyetle durulmalıdır. Müslüman aydınlar arasında epey bir zamandır yaşanan zihni bir kırılma ile kimi kavram ve oluşlara karşı tepki verildiğidir.

Siyonizm, Masonluk vb. kimi kavramlar söz konusu edilince dudak bükülür, burun kıvrılır, tiye alınır ve hatta töhmet altında tutulunur. Nedenine gelince bu gibi kavram ve oluşların fazla abartıldığı, ya da dolaylı olarak onların reklâmının yapıldığı bile söylenir.

Zaman öylesine hızlı akıyor, oluşlar öylesine hızlı gerçekleşiyor ki şaşılır. Bu kalemin sahibi önemli olaylar yaşadı ve yaşıyor. Şükür ki, ayağımız sağlam duruyor ne bir düzlem kayması, ne de bugüne değin yazdıklarımızdan ötürü bir yanılma ve bir pişmanlık duyduk. Eksiklerimiz elbette vardır, kimi zaman yanılgılarımız da olabilir, bu doğaldır. Ancak hiçbir sapma içinde olmadık çok şükür.

Olayları ciddî bir biçimde analiz edersek, sağlıklı ve ciddî düşünürsek sonuçlar insanı şaşırtmaz.

Bir Hakan Yavuz fenomeni vardır. Bu fenomen bir değil, yalnız değil, çok boyutludur. Olaylara bu fenomeni örnek vererek bir sonuca ulaşılabilinir. Nasıl mı anlatalım, bilgilerimizi de tazeleyelim. Hakan Yavuz, 1990'lı yılların ilk yarısında sevdiğimiz bir Prof. Ağabeyimiz tarafından bize getirildi.

"İslâmcı yazarlar ve edebiyatçılarla ilgili bir tez çalışması yaptığı" söylendi. Doktora tezini nerede hazırladığını sorduğumuzda bize: "Boğaziçi Üniversitesi" denilmişti. O zaman içimiz cızz etmiş, getiren ağabeyin hatırına elimizde Yedi İklim dergisinin mevcut sayılarını vermiştik. Uzun bir zaman ortalıkta görünmemişti bu araştırmacı. Ardından Zaman gazetesinden uzun bir dönem, sonra da Yeni Şafak gazetesinde yazılar yazdı.

Yusuf Kaplan TV5'in genel müdürü iken, 17 Aralık AB sözleşmesinin imzalandığının ertesinde "AB ve Medeniyet" kavramlarının tartışıldığı bir programa davet edilmiştim. Aynı oturuma Hakan Yavuz da davet edilmiş, o zaman aynı araba ile alındığımızdan, arabada yol boyunca gerilimli bir tartışmamız da olmuştu.

O sıralarda bir üniversitede hoca olan, şimdi AKP genel başkan yardımcısı ve milletvekili Prof. Dr. Edibe Sözen ile taze evliydi. Arabada söyledikleri beni hayli ürkütmüştü. AB sözleşmesi imzalandıktan sonra "Kıblemiz Brüksel'dir" demişti.

Yusuf Kaplan'ın odasında ise AB ile birlikte yeni sürecin "İslâmsız İslâm" olduğunu söylemişti. Biz tamam demiş, kameralar karşısına geçince bu kavramdan yola çıkarak tartışmaya başlayacağımız sıra, o, o konuya hiç girmemiş, çantasından Fetullah Gülen ile ilgili kitabını çıkarmış, konuşmasını da, Hoca Efendiyi ve cemaatini merkeze alarak konuşmuştu.

Bir İslâm medeniyetinin olmadığını vurgulamıştı. AB'ye ve dünyaya Hoca efendinin öncülüğünde Batı'ya İslâm'ın götürüleceğinden bahsetmişti. Bu çalışması "M. Hakan Yavuz: "Search for a New Social Contract in Turkey: Fetullah Gulen, the Virtue Party and the Kurds" o sıralarda Türkçeye çevrilmişti. Ekranda da kitabı göstermişti.

İçeriye geçtikten sonra, bize geldiği üzerinde yaptığı tez çalışmasıyla ilgili sorumu sorduğumda: "O tezi Tel Aviv Üniversitesinde hazırladığını söylediğinde" şaşakalmıştım. Yakında kitap olarak çıkacakmış. Kitap çıktı. Modernleşen Müslümanlar Nurcular, Nakşiler, Millî Görüş ve AK Parti" Bu çalışma Türkçeye çevrildi ve yayımlandı. O zaman sosyal demokrat bir aileden geldiğini de söylemişti.

Bunlardan niçin söz ediyorum. 13. 06. 2008 Tarihli Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce'nin köşesinde, Özdemir İnce'ye yazdığı mektup önemli ve dikkate değer. Hakan Yavuz bu mektubunda cemaatlere olan ilgisini, ilişkisini, uzaklık ve yakınlığını anlattıktan sonra asıl vurgusunu yapıyor gene. 4. maddede bir bütün olarak şunu ifade ediyor.

"Cemaat özelde Said-i Nursi'nin Risale-i Nur'unu, genelde ise İslâm'ı 'araçsallaştırmıştır'. Gittikçe bir hâkim olmakta ve güce odaklanmış bu İslâm anlayışı ahlâki çekirdekten uzaklaşmaktadır." diyor. Biz Hakan Yavuz'un ileri sürdüğü bu projeden epeyce söz etmiş zaman zaman da bu kavramdan yola çıkarak düşüncelerimizi yazmıştık.

Tel Aviv Üniversitesinde doktorasını yapan, bugün Utah Üniversitesinde Doç. olarak görev yapan Hakan Yavuz'un söylediği, işaret ettiği imgeye dikkat ediyoruz. Modernleşme, AKP ve cemaatler üzerinde oynanan oyunların nereye uzandığına dikkat etmede yarar var.

HİTÂBE (*)

Sevgili çocuklar ve değerli velîler!..

Allah'a hamd ve senâ olsun...

Peygember Efendimiz'e, âline ve ashâbına salât ve selâm olsun...

İslâm'ı bize, bugüne kadar getiren bütün büyüklerimizden; başta Sahâbe-i Kirâm Efendilerimiz olmak üzere, İslâm'a kendi nefslerinden hiçbir şey katmadan ve kendi nefslerine ağır geliyor diye İslâm'dan bir şey çıkartmaya kalkmadan, Allah ne emrettiyse ve Resûlü nasıl gösterdiyse, bize İslâm'ı öylece ulaştıran bütün Selef-i Sâlihîn Efendilerimiz'den Allah razı olsun...

Bir eğitim yılının daha sonuna gelmiş bulunuyoruz...

Bu eğitim yılını ve öncekileri tek cümle ile değerlendirmem icab ederse; "Eğitim, parçalanamaz bir bütündür." diyebilirim.

Ve fakat mâlesef paramparçayız biz!

Evet; aile, çevre ve okul ile, parçalanamaz bir bütündür eğitim!

Okul ve çevre zaten bizim değil; ailemizde de her fert atomize olmuş, yani parçalanmışız, paramparçayız biz!

Çocuklarımızı buraya gönderiyor olmamızın, bugün burada toplanmış olmamızın ise tek bir anlamı var: Hamdolsun henüz ölmemişiz, yaşıyoruz, bir kıpırtı var içimizde, bir kıvılcım var yüreğimizde!

Yüreğimizdeki bu kıvılcımı, kuru dalları yeşertecek bir güneşe dönüştürmek; içimizdeki bu kıpırtıyı, taşı toprağı ayaklandıracak aksiyona dönüştürmek...

Bu umutla yaşıyorsak eğer; demek ölmemişiz henüz, yaşıyoruz, bir kıpırtı var içimizde, bir kıvılcım var yüreğimizde!

Umutsuzluklarımız ne kadar büyükse de, en büyük umutsuzluklardan daha büyük umutlarımız var bizim!

En küçük bir çabamızın bile boşa gitmeyeceği inancı ile, işte bu büyük ve yüksek umutlar için yaşıyoruz!

Henüz ölmemişiz, hâlâ direniyoruz; bir kıpırtı var içimizde, bir kıvılcım var yüreğimizde!

Geçen gün İsviçre'yi yendik; çok sevindiniz, sokaklara döküldünüz...

Başörtülü kızlarımız da vardı aranızda...

Ayyıldızlı bayrağı, üstüne üstüne salladınız İsviçrelilerin...




Ay ay ay!!!

Ay değildir şu bayraktaki; Hilâl'dir Hilâl!

Allah'ı, ama sadece Allah'ı; Allah'ın iradesini simgeleyen Hilâl...

"Benim dalgalandığım yerde sadece Allah'a boyun eğilir" diyen Hilâlli bayraklar...

Bu ne yaman çelişkidir ki: Ellerinde Haçlı bayraklar olanların üstüne üstüne salladığımız şu Hilâlli bayraklar, Türkiye'de müslümanların üstüne üstüne sallanıyor!

Bu ne yaman çelişkidir ki: Ellerinde Haçlı bayraklar olanların üstüne üstüne salladığımız şu Hilâlli bayraklar altında, isyanların en büyüğü ediliyor Allah'a; ve boyun eğiliyor Allah'tan başka her güce!

Şu Hilâlli bayrağı, ellerinde Haçlı bayrak olanların üstüne üstüne sallayan buradaki başörtülü kızlarımız meselâ; Türkiye'de olsalar, Allah'ın emri olan bu başörtüsüyle okula alınmayacaklar, bu Hilâlli bayrak altında!

Dilemmâ: Bu Haçlı bayrak altında, kızlarımız bu başörtüsü ile ilkokula bile gidebilecekken örtünmemeleri mi burada; yoksa şu Hilâlli bayrak altında, şu başörtüsü ile üniversiteye bile gidememeleri mi öz yurdumuzda?!

Gerçek şu ki, sevgili çocuklar ve değerli velîler: Yüzyıl önceki büyük maçı kaybettiğimiz için buradayız bugün; ve bu hâldeyiz biz!

Bu yüzden burada "Ausländer"iz!

Bu yüzden "öz yurdumuzda garip, öz vatanımızda parya"!..

İşte bunun ızdırabını duymadığımız müddetçe, hergün dünden beter, yarın bugünden beter sürüneceğiz!..

Kurtuluş yolunda atacağımız ilk adım, bu ızdırabı duymamız olacaktır!

Sahte sevinçlere itibar etmeyin!

Yalancı zaferlere aldanmayın!

"Çocuklarımızı buraya gönderiyoruz; oh oh ne güzel dinimizi, dilimizi, kültürümüzü öğretiyoruz" tesellisine de kapılmayın!

Çevre bizim değilken, okul bizim değilken, ailemiz "aile" değilken; bizim olmayan bir yaşam tarzının bize verdiği bir miktar boş bir vakitte din öğretilemez, dil öğretilemez, kültür benimsetilemez!

Peki boş mu bütün bu çabamız?!

Bir şartla boş değil: Asıl maçı yüzyıl önce kaybettiğimizi bileceğiz, bunun ızdırabı ile bileneceğiz; ve sahte başarılara özenmeden, sadece Allah rızası için gayret edeceğiz!..

Bir çocuğumuza bir sûre ve bir şiir ezberletebilirsek, bir çocuğumuza adam gibi bir kitap okutabilirsek, bir çocuğumuzun alnını secdeye vardırabilirsek, bir çocuğumuza hicab telkin edebilirsek, bir çocuğumuza ızdırabımızı aşılayabilirsek...

Bunun ızdırabını duymadıkça, ferdî kurtuluş reçetelerinin peşinde koşmaya devam edeceğiz; ve kazansak bile kaybetmiş sayılacağız!

Fakat bu ızdırabı -hele cemaat hâlinde- duyabilirsek sevgili çocuklar ve değerli velîler; kaybetsek bile kazanmış sayılacağız!

Allah bizi sahte tesellilerden muhafaza etsin; kurtarıcı ızdıraba erdirsin!

Nefsimizi ve neslimizi buralarda yitip gitmekten muhafaza etsin Allah!

Nefsimizi ve neslimizi ıslah etsin; hidâyet nasib etsin!

Hepinizi sevgi ve saygı ile selâmlıyorum...

(*) 2007-2008 Eğitim Yılı'nın dün (15.06.2008) sona ermesi münâsebeti ile tertib edilen proğramdaki konuşma.

16 Haziran 2007 Pazartesi

Mustafa Saka
mim.saka@googlemail.com

16 Haz 2008

Türkiye'nin İşi Lozan'da Bitirilmiştir!




Yazar Behiç Kılıç

Röportaj: A. Metin TORSUN - Fazıl DUYGUN



Behiç Bey, anti emperyalist bir gazeteci olarak, Türk-Amerikan ilişkilerini, Amerikan'ın Türkiye üzerindeki emellerini değerlendirebilir misiniz?
Amerika emelleri için Türkiye'yi, Cumhuriyetin kurulduğu dönemi bir dönem olarak ele alırsak, o zamandan beri yaptığı plân çerçevesinde, Ortadoğu'da açık üs olarak görüyor bizi. Yani, yüzde yüz teslim olmuş Türkiye'nin kara parçasını açık üs olarak görüyor. Türkiye'yi yönetenleri de, bu üs emellerine uygun şekilde, kendisiyle işbirliği yapacak bir şekilde tesis edilmesini istiyor. Bunun için de, çıkan bütün fırsatları dünyanın yeniden yapılanması döneminde değerlendirmiş. O, emperyal güç olmanın verdiği güçle Türkiye'yi bloke etmeyi başarmış. En büyük adımını ikinci dünya savaşından sonra, Wilson prensiplerinin dayatılması aşamasında, Truman doktriniyle gerçekleştirmek için İsmet İnönü dönemini kullanmış Türkiye'nin o sırda bu emellere uygun şekilde önünün açık hale getirilmesini sağladıktan sonra, bir parantez açarsak, bunu kiminle yapmış derseniz, Erbakan'ın bu konuda bir tezi var, gerçekten çok doğru bir tez; Lozan'da İsmet İnönü'nün yanına takılan Haim Nahum...

O zamanki Türkiye'nin hahambaşı...
Evet. Haim Nahum denen bir danışman var. İnönü, danışmanın doktrini çerçevesinde hareket ederek Türkiye'nin Amerikalılara açık alan haline gelmesini kolaylaştıracak kapılar sonuna kadar aralanmış, açılmış.

Bunu ilk önce Türkiye gündemine sokan Sayın Erbakan değil de, Üstad Necip Fazıl Kısakürek 1940'larda yazmıştır. Orada "açık kapı bırakmıştır" dediniz, meselâ Patrikhane mevzuunu İsmet İnönü Lozan'a koymamıştır hüküm olarak. Sadece Lord Curzon'un sözünü senet olarak kabul ettiğini beyan etmiştir. Bugün Patrikhane'nin ekümeniklik iddiası da oradan geliyor.
Evet. Ben tabi Erbakan'dan duyduğum için onu söyledim bilmiyordum. Şimdi Haim Nahum'a baktığımız zaman, Lozan'da İsmet İnönü'nün yanında danışman olarak bulunması bir yana, Türkiye'nin sermaye yapısı kurulurken de ne kadar etkin olduklarını, o blokajın ne kadar önemsendiğini görüyorsunuz. İşte Koç grubunun içerisinde Türk isimli bir Vehbi Koç simge ama hakikaten bütün şirketleri, sermayeyi idare eden Nahum'lardır. Bernar Nahum vs. Şimdi, neden böyle o blokajın o zamanlar başladığını görüyorsunuz? Meselâ gazetelerin arşivlerini açın, Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü için Cumhuriyet Gazetesi'nin hazırladığı bir ilave vardı. Cumhuriyet Gazetesi'nin arkasını çevirin, ya General Motor veya büyük bir Amerikan şirketinin tam sayfa reklamı vardır. Bakın o tarihlerde... Bu nasıl gelmiş, işte o aracıyla gelmiş. Bu, bunun göstergesi.

İttihat Terakki savaşı kaybedince Osmanlı Hazinesi'ndeki örtülü ödeneği Haim Nahum'a şu şartlarda emanet ettiği söyleniyor: "Sana bunu emanet ediyoruz ama tekrar Anadolu kurtulduktan sonra geleceğiz, senden geri alacağız." Nahum da, Lozan'da o ihanet gerçekleştikten sonra Koç'a verdiği-Koç'un Nahum'un gayri meşru çocuğu olduğu söyleniyor ve bunun devlet arşivlerinde kayıtlı olduğu söyleniyor- Nahum, Lozan'da işi bitirdikten sonra Mısır'a gitti, Mısır'ı İngilizlere hediye etti. Koç'un sermayesinin Nahum'dan gelen Osmanlı hazinesi olduğu, şu ânda devletin elinde böyle bir belge olduğu, bu belgeye dayanarak Koç'un bütün malvarlığına el koyma hakkının olduğu söyleniyor.
Ben gayri meşruluk işini bilemiyorum, öyle bir şey var mıdır, yok mudur? bilemiyorum. Ama realitede şu var: Cumhuriyet kurulduktan sonra kendi sermayesi yok. Konuyu belki dağıtıyoruz ama... Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı ve Silahlı Kuvvetlerin kurduğu bir cumhuriyet görüntüsü... Bu yetmez devleti oluşturmak için. Sermaye yapısı lâzım.

Üstelik savaş yarım kalmış bir pozisyonda...
Bu sermaye yapısını oluşturmak için bir takım seçilmiş insanların yürümesi lazım. Dolayısıyla onlara kabaca söylersek yol verilmesi lazım. Kim? Ankara'dan Vehbi Koç'u, pamuk tarlalarını ele geçirmiş Ermenilere karşı Kayseri'nin Çukurova'ya götürülmüş Sabancı'nın babası vs. gibi. Fakat bunun görünüşte vitrine konulmasına büyük güçler izin verse bile içlerini sermaye ile teçhiz ederken kendi adamlarının denetiminde yapmışlar. İşte bu Naum'lar vs. Kurtuluş Savaşı gibi çok kutsal bir mücadeleden sonra bir devlet kurulursa, bu devleti kuranların akil adamlarla bir araya gelip, ne yapacaklarına kendilerinin karar vermeleri lâzım. Yani kendi sermayelerini, kendi sosyal statülerini, kendi yapılarını, yani bu cumhuriyetin şekli ne olacak? Parayı nereden kazanacak? İnsanları nasıl eğitecek? Bunlara kendisinin karar vermesi lazım.

Bağımsızlık meselesi aslında...
Tabii, evet. Kendisini karar vermediği için kolaycılığa kaçıp, çünkü mücadele sırasında da görüyoruz işte Halide Edip'ler vesaireler. "Hiç uğraşmayalım". Bu Türk devletini oluşturacak halkın özü var. asgari müşterekleri var. Yani Kürd'ü var, Müslüman'ı var. bunların fikirlerini bir kenara çekip de parayı verenin kuralını koyduğu bir devlet yapısına götürmüş işte… Parayı veren de kuralı koyduğu zaman, petrolün 1800'lü yıllardan itibaren artı değer olduğu bir sanayi devrimini desteklediği bir dönemde, Türkiye Cumhuriyeti devletinin coğrafyasını elbette bunlar kendi çizgilerine göre bakarak, açık alan haline getirmek isteyecekler. Onun için seni, yine bir devşirme olan büyükelçinin cenazesini bahane ederek, Missouri zırhlısını sokuyor, kapından içeri. Ondan sonra böyle bir yani muhafazakâr insanları bamteline hitap eder diye sanki muhafazakârmış gibi ama yüzde yüz teslimiyetçi bir Demokrat Parti.

Üstad'ın ve Kumandan'ın kitaplarında geçer: 1950'lerde Amerikan büyükelçisi merkeze bir rapor yazar. "Artık Türk politikasına, Türk siyasetine müdahale etmeye hiç gerek yok. Çünkü Türkiye'de, Amerikan kafasında, Amerikan'ın istediği şekilde düşünecek politikacılar yetişmeye başlamıştır" diyor. Biz şuna inanıyoruz: Amerika ve Batı Türkiye'yi iki kanattan bağlıyor. Aşırı laik kesim CHP ve TSK, ona karşı ılımlı İslâmcı AKP. Türk halkı bu iki kol arasında sallanıp duruyor. Ama iki kol da aynı merkeze bağlı baktığınız zaman.
Yüzde yüz aynı merkeze bağlı. Neden öyle oluyor? Türkiye'yi şekillendirmeye başladıkları zaman, şimdi çok kullanılan derin devlet diye terennüm edilen bir acente güç oluşturmak zorundalar. Buraya eskisi gibi, bundan önceki 19. yüzyıldaki gibi sömürge valilikleri yeni dünya düzeninde kalktığı için, sömürge valilerinin görevini yapacak insanları yerli işbirlikçilerinden seçiyorlar. Bunlar da kim? Oluşturdukları sermaye yapısı. Dört beş aileden çekirdek oluşturan sermaye yapısı. O sermayenin kendi üretimi yok. Tamamıyla acente. Acente olduğun zaman ne yapacaksın? Senin bayrağın, sancağın falan orası. Yani o devlet de değil. Yani sen General Elektrik'in temsilcisiysen o ne derse o olur. Yani öyle bir konsey oluşturuyorsun burada, siyaseti de, ticareti de bunlar yönetiyor. Onlar ne derse o oluyor. Kuralı da onlar koyduğu için ona göre gelişiyor. Bakın 60'lı yıllarda sermaye nerededir? Şimdi nerede? Sermayede ne değişmiş ki? Söylemleri aynı, belki babaları yaşlandığı için oğullarda, torunlardadır, ama o zaman Deniz Gezmiş'lere, sola vatan haini diyorlardı, sağ bunların akreditasyonu içerisindeydi. Şimdi tam tersi oldu. Neden öyle oldu? Büyük patronun bakış açısı öyle icab ettiği için, öyle oldu. Bunu, şunun için söylüyorum: Sizin dediğiniz gibi, piramide doğru çıktığınızda aynı yere çıkıyorsunuz. Ne yazık ki, bunun içerisine ihtilâli yapan askerler de dahil, sistemin içerisindeki her parti de dahil. Kim yükseliyorsa mutlaka onlar istediği için yükseliyor.

28 Nisan bildirisi için şöyle söyleniyor: Ordu içerisinde gizli bir AKP'ci grup var. Bunlar, bildiriyi okudu ve AKP'nin oyunu yüzde 50'lere çıkarttı. Biliyorsunuz,seçimlerden önce yüzde 25lerde kıvranan AKP, seçim aşamasında hiç çalışmadı, sadece bu bildirinin meyvelerini yedi.
Ben onu tam öyle söyleyemem, bilgim olmadığı için. Bilgim olmadan böyle bir şeye inanmak da istemem. Ama daha başka somut örnekler, işte 28 Şubat çok bariz.

28 Şubat'ın en büyük meyvesi AKP…
Yani tabii ki, orada bile bile, meselâ o zaman ki iktidara bakıyorsunuz
Meselâ asker kadrosunda Çevik Bir... Bakıyorsunuz Çevik Bir'e o dönemde iktidarla, Erbakan'la, Refah Partisi'yle itiş-kakış içerisine giriyor ama Abdullah Gül'ü yanına alıyor, Amerika'ya JINSA'nın önüne çıkıyorlar.

Yahudi lobisiyle beraber...
Yahudi lobisiyle Çevik Bir'i anlayabilirsiniz. Ondan bir önceki Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş anlatmıştı, dedi ki, Somali için "Amerikan Genelkurmay Başkanı Colin Powell benim devre arkadaşım. Colin Powell telefon etti. 'Somali'ye bir korgeneral göndereceğiz. Müslüman olduğunuz için Türkiye'den gönderelim' dedi. Ben de 'peki' dedim. Ben daha belirlemeden 'Çevik Bir'i gönder' dedi. Zaten karargâhta, boşta olarak Korgeneral bir o vardı. Ben de onu düşünüyordum ama o isteyince şüphelendim." Şimdi, ilişkilere bakın yani. Oraya akredite, Colin Powell'a akredite bir general JINSA'ya Abdullah Gül'le beraber gidebiliyor. Beraber oturuyorlar. Onlar 28 Şubat hareketini yaparken ne yapıyorlar? Efendim "irtica geliyor, laiklik gidiyor" vs. onuncu yıl marşı eşliğinde bir darbe yapıyorlar. Ama kolladıkları bir başka kişi daha var. Cemaatinin paralarını da tokatlayan Enver Ören'e dokunulmuyor.

Evet...
Meselâ Enver Ören de yükseliyor.

Fetullah Gülen meselâ...
Fethullah Gülen'i izah edebiliyoruz biraz, değil mi?

Bir yere kadar...
Neden? İşte, Amerikalılar. Enver Ören, işte o da Amerika'ya akredite olduğu için.

Ali Baransel'in TGRT'nin başına geçmesinin sebeplerinden biri de, yatırım yaptığı kendi hisselerini bir nevi korumak için aslında. Öyle deniliyor...
Günahları boynuna. Onun öyle ayrıcalıklı ilişkileri var deniliyor. Enver Ören'le Çevik Bir askeri liseden arkadaşmış da, falan filan...

Enver Ören'in de Selanik göçmeni olabileceği söyleniyor.
Bu hemşericilik ya da göçmenlik meselesinin ötesinde. O belli ki, Amerikan çıkarları doğrultusunda akredite edilmiş. Düşünün, muhafazakâr TGRT televizyonu, film oynatırken bile…

"Müzik haramdır, biz müzik yayınlamayan tek kanalız" diyen TGRT...
Evet, film oynatırken bile muhafazakâr filmleri seçen bir kanal, birden bire fahişe kadınların sponsoru haline geliyor. Yani bu bir günde nasıl değişir. Neden? Tavana oynayan bir görüntü var. Şimdi bunların hepsi tabii büyük oyunun parçaları, o anlaşılıyor. Büyük oyunda da, buraların bloke edilmesi çok önemli. Yani burada emperyalizm için, Batı emperyalizmi için... Emperyalizmi kim temsil ediyor? Petrol şirketleri, yedi kız kardeş vs. Şimdi Arap yarımadasını sarmışlar meselâ. Petrolün asıl denizini, önceki yüzyılda nitelenen Türkiye'yi konuşuyoruz ya, oranın blokajını... Oralardaki kendi kremasını kurmuş. Bugün bizim konuştuğumuz gibi, Araplarda da meselâ üstte bir tabaka oluşturmuş, altı elit. Şimdi, bu aslında emperyalizmin, emperyalizmi oluşturan hâkim güçlerin kendi ülkelerinde de uyguladıkları bir strateji.

Tabii Amerika da, o mânâda yahudilerle işbirlikçilik ediyor.
Yani bu şöyle bakmıyor. Biz, meselâ bize bırakılsaydı, ülkemizi kendimiz teçhiz etsek en dip noktadaki insan için bile içimiz titrer değil mi? Aman aç kalmasın, açıkta kalmasın diye.

"Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir". "Türkiye'yi Türklere bırakmayacağız" diyorlar, açık açık.
Yani biz çocuğu bile sokakta bırakmayız. Bu ona aldırmıyor. Bu yukarıya çekilmiş, bir imparatorluk kurmuşlar, o imparatorlukta inanılmaz gelişmiş bir teknoloji, işte bu konuştuğumuz şeyler. Dünya bunların üzerine kurulsun istiyorlar. Aşağıda da büyük bir...

Kaos diyelim...
Tüketici olsun. Herkes, yani evsiz dahi tüketici. Bir tane ispirto almıştır. O bile çarkı döndürecek bir tüketici. Yüzde yirmilik bir krema koymuşlar her ülke için o da tavan, bizim için yüzde beşlerde altılarda. Yüzde yirmilik gelişmiş, refah ülkeleri için. O yüzde yirmiler refah içerisinde olsun...







Geri kalan gecekonduya gidip tüketsin.
Evet. Şimdi, bu zihniyetin olağanüstü zenginliğini, varlığını sürdürmesi için sonsuz bir sömürü düzeni kurulması lâzım. Petrol de bunun şu andaki mevcut sistemin içerisinde en temel enerji kaynağı. Onun için, öncelikle Türkiye sonra Kıbrıs Adası, açık alan olarak bu bölgeye hakimiyet konusunda uzay kadar önemli. Onun için, bu varlıklarını sürdürebilmek için kendileri açısında ne yapılması lazım geliyorsa bunu yapıyorlar. Onun için Irak Savaşı'nda bir ayda silaha harcayacağı parayı bir yıllık bütçe yapıp, Türkiye'yi bloke edecek insanları kolayca satın alıyorlar. İşte medyanın hâli, medyanın blokajı, her gün evlere enjekte ettiği zehir bu. Yani Amerika'nın kabaca perspektifini böyle anlatabilirim.

Burada bir şey söyleyebilir miyiz? Sayın Mirzabeyoğlu'nun güzel bir sözü var: "Türkiye'yi 3000 aile yönetiyor" diyor.
3000 bana göre çok... 200-300

Genel olarak, bu yakın çevresiyle beraber. Hukuk da emniyette polis de bunlar için, bunların çıkarlarını koruyacak şekilde. Bu millet için değil.
Evet, çok doğru. Şöyle, yani şuradan çıkıp da sistemin efendileriyle karşılaşsak, meselâ bir trafik kazası yapsak, son derece açık bir şekilde polise de adliyeye de düşsek...

İkinizin göreceği muamele çok farklı olur...
Bu, son derece net bir şekilde ortada. Yani o zaman dediğinizin doğru olduğunu görüyorsunuz.

Ama halk da biliyor bunu...
Halk da bildiği için, işte bizim içimizde hiç sökülüp atılamayan bir hasret var. o yüzden hâlâ bu ülkenin çocuğunu askere gönderiyoruz falan.

Bu ülkenin bir devlet geleneği var.
Var, bunu yıkamıyorlar. Bu hem İslâmî kimlikten, hem de vatan sevgisinden gelen izahı olamayan ilahî bir sonuç. Bu da onların açısından şaşırılmayacak sonuçlar. Yani istediklerinde kim olursa olsun Türkiye'yi çok iyi okudukları için istedikleri blokaj yapılsın, hem siyasette hem hükmedecek sermayede rahatlıkla kurabiliyorlar. Umutsuz olduğumuz, çaresiz olduğumuz için de teslim oluyoruz.

Şöyle diyebilir miyiz? Gerçi siz yazılarınızda da belirtiyorsunuz. Bizim için, Türkiye için, Türkiye'deki Amerikan üslerinin, Batı işgal üslerinin kapatılması lazım. Dolayısıyla, kapatılması bağımsızlığı getirir. Ondan sonra diğer meseleler diyebilir miyiz? Öncelik olarak.
Bugün buna ben şu açıdan mümkün, olabilir diyemem. Neden? Buna karar verecek olan halkın bütünlüğüdür. Bu yapıldığı zaman, sizin, benim, herkesin, sokaktaki insanın bunu göğüsleyecek kadar yüreklerinin açık olması lazım. Şimdi, bu seçimde her şey açık seçik ortada olmasına rağmen gördük, yani nelere tenezzül edilerek, nerelere gidildiğini. Yani insanlar baş başa kaldıklarında, yaptıklarının ne olduğunun farkında oluyorlar ama yani zoru göğüsleyebilecek nitelikte, şimdi üçümüz karar verip de bunu yapmaya kalksak, kapının önüne çıktığımızda boğuluyoruz. Onun için, o dediğiniz şimdi mümkün görünmüyor. Bunu aşmak için son derece sabırlı biçimde taban oluşturmak lâzım. Yaygınlaştırmak lazım. Onun, ona karar vermesi lâzım. Yani halkın otoriteye veya lider olacak kimliğe güveni yok. Öyle birisi yok veyahut ta öyle bir kurum yok, kuruluş yok. Kime güvenecek? Sizin dediğiniz kadar iddialı bir hareketin arkasında gitmek için, çok rafine kimliklerin ortaya çıkması lâzım. Bir lokma bir hırkanın doğru olması lâzım. Anlatabiliyor muyum? Yok işte, o yok.

Halkı inandırabilecek, örgütlenmiş vatansever kadrolar...
Yani, o olsa her şeyi göze alırsınız. Bugün meselâ Irak'ta kendisini patlatıyor. Neden? Ben böyle yaşayacağıma...

Şerefimle ölürüm...
Yani, var mı öyle bir şeyimiz? Çünkü biz alıştırılmışız.

Kaybedecek çok şeyimiz var. Biz alıştırılmışız, diyorsunuz.
Tabii, onun için bunun temellerini oluşturacak bir insan yapısına kavuşmamız lazım, sabırla.

Tabii bu arada insan her şeyini kaybediyor.
Tabii, zaten bu gidişin sonu iyi değil.

Irak'ta olan bir hakikat, yanı başımızda. Aslında o bizim topraklar için de geçerli.
Ama felaketi yaşamıyorsunuz.

Sizi oradan uzaklaştırıyor, sanal dünya ya mâhkum ediyorlar….
Irak'taki ıstırabı, Iraklının duyduğu kadar, bırakın her türlü ıstırabı, burnunun dibinde çocuk ölüyor. Sen televizyonu açıyorsun haberlerde, bilinçli olarak hamaseti dinliyorsun on beş dakika, on beş dakika sonra Seda Sayan çıkıyor, ondan sonra bitiyor. Hop, lay lay lom gidiyorsun. Hatırlamıyorsun bile. Ben size söylüyorum bakın önce, bırak Amerikan üssünü, bu zihniyete hizmet eden televizyon kanalının önünde onu vazgeçirecek gösteri yapabiliyor musun?

O şuurda kitle yok, evet.
Yani çok böyle nokta hedef, haysiyetlerine dokunursa üç beş kişi gidiyor. Ama "Sen ne yapıyorsun kardeşim? Senin yaptığın nedir?" diye gidebiliyor musun? Onun için temizliğe oradan başlarsanız, kendi kapınızın önünü süpürürseniz, Amerikalı zaten öyle şuursuzca duramaz. Şimdi Amerika rahat rahat, kendi yeri gibi geliyor, benimle alay ediyor, dalga geçiyor.

Çünkü bütün değerlerimiz zaten Batılı o manada.
Şimdi, bu Cumhurbaşkanı olan arkadaş Amerika'ya gidiyor. Ben sabahtan beri Amerikan basınının haberlerine bakıyorum. Alay ediyor resmen. "Niye geliyor bu?" diyorlar. "Tayyip'le rekabete geliyor" diyorlar. Altı yok.
Yani, böyle bir naylon görüntü vermişin, "Ya bu Abdullah Gül niye böyle yapıyor?" dediğin zaman senin tepene biniyor taraftarları, isyan ediyor. Neden? Satın almış adam kömür torbasına.

Evet.
Acı yani bunun sonu. O tabanı oluşturmadığımız sürece, ne şekilde olursa olsun...

Anti Amerikancılık, anti emperyalizm çizgisinde gerçek vatansever bir ittifak oluşturulmadığı müddetçe diyorsunuz...
Şöyle olacak. Yani şu, bu vs. insan adam olacak, haysiyetli adam olacak.

Samimi olacak.
Hiçbir şekilde, kişisel saplantılarımız, şu sağcıydı, solcuydu v.s onlar ikinci planda. Ama adam gibi adamlardan oluşan bir kadro yönetecek!..






Peki Behiç Bey, Amerika'nın şu anda Irak'ta işi zor biliyorsunuz, kaçamıyor da. Afganistan'da da öyle. Afganistan'a 5 bin askerle geldi, NATO 50 bin askerle çıkamıyor sokağa. Şimdi dağılmanın, batışının eşiğinde. Sizce Amerika daha ne kadar götürebilir?
Bütün tepe noktalarını, piramidin tepelerini her ülkede tutan bir ülke olduğu sürece bu varlığını sürdürür. Yani, Amerika'nın battığını biz neye göre söylüyoruz? İçeride görünen bir takım ekonomik açmazlara, gelir gider dağılımındaki dengesizliklere. Bunların ne kadar gerçek ne kadar manipüle olduğunu bilmiyoruz. İkincisi, insan kaybı oluyor. İnsan kaybında da demin konuştuğumuz gibi Amerika'nın Irak'a gönderdiği insanları çok önemli değil onun için.

Tabii, o açıdan baktığınız zaman.
Oraya gönderdiği, asker yaptığı adamlar göçmenler sağdan soldan topladığı...

Parasız işçiler...
Yani, şimdi bu öyle bir oyun oynayabilir ki, bir sene sonra gidiyor Cumhuriyetçiler, Demokratlar geliyor. Demokratların tezleri aslında temelde aynı sömürü düzenine hizmet etmek olsa da üsluplarında...

Daha soft mu?
Farklı. Şimdi ne yapacak? Amerika bir anda, biliyorsunuz oraya çöreklenen petrol şirketlerinin tümü bütün dünyanın petrol tröstünü oluşturmuyor. Şimdi Japonlar, Asya'nın parayla oynadığı bir dönemde Avrupalı Fransız'ın, Alman'ın, Rusya'nın taleplerini karşılayacak ortak bir nokta bulmakta zorlanıyor Amerika bu petrol alanında. Büyük parseli toparlayacak de facto bir durum yaratmak için ben öyle zannediyorum ki Demokratları bekliyor. Yani Vietnam'da da yenildiler, sonuçta eline aldılar orada büyük şirketler.

Ama 5 yıldır Irak'ta bulunuyor fakat petrol çıkartamıyor, çıkarttığı petrolün 10 katı 20 katı masraf yapıyor Irak'a.
Yok, öyle değil. Şimdi petrol çıkarmıyor. Bundan sonra, ileriki yıllarda çıkartacak!

Çöreklenmesi çok zor, mevzuu orada...
O kadarını bilemeyeceğim...

O kadar ağır kayıplar veriyor ki… Ayrıca petrol boru hatları her yıl 100 defa havaya uçuruluyor…
Zaten çöreklenmemesi halinde, yenilir…

Amerika çekilecek ama yenilgisiz, şerefli bir çekilme. "Şerefimle yenildim"e getirmek istiyor. Onu makyajlama peşinde.
Onu nasıl yapacak?

Türkiye'nin önemi burada devreye giriyor işte.
Oradaki savaş zaten şu ara her şey…

Eğer biz satmazsak, biz direnirsek Amerika sadece Irak'ta değil burada da çok korkunç bir şekilde yenilecek.
Gayet tabii... oraya göz kulak olacak bir bekçi arıyor… Kuveyt'te, nasıl Kuveytliyi yakmış, oraya da birisini arıyor. Bakıyor, Barzani mi olacak? Talabani mi olacak? Olmuyor onlarla. Barzani'yle Talabani'yle Türkiye'yi birleştireyim, bunların hepsine pay vereceğim. Ama bizim alacağımız pay devede kulak, yine onların elinde kalacak.

Amerika uzun bir süre sonra TSK'nın Kuzey Irak operasyonuna kerhen izin verdi, hatta teknolojik destek sağladı. Medyada bu çuval olayını örttüler. Ama dün bir haber çıktı. Amerika ve İsrail bu operasyonu Türkiye'den Yüksekova'da bir üs istemek için desteklemişler.
Yüzde yüz. Çünkü şu anda oraya kendi toprağı olarak bakıyor. Yani nereye? Irak'taki bölgesine. Oraya kimseyi yan gözle baktırmayan Amerika bir anda uçaklarına izin veriyor. Yani bunun faturasını bizim önümüze koymayacak mı? Beyaz Saray'a gidiyor, Başbakan oturuyor, Beyaz Saray'daki masanın önüne yazmışlar, açmış şey diyor, efendim ne olacak; PKK terör örgütü? Yani birden bire kafana taş mı düştü de PKK'nın terör örgütü olduğunu anladın. Bizimkiler de, bizimkiler dediğim...

Bizi yöneten işbirlikçiler.
Bizi yöneten işbirlikçiler, doğru söylüyorsunuz. Onlar da bu oyunun içerisinde. Biz de koyun gibi bakacağız. Şu yaşadığımız olaylar bile bizim canımız üzerinden yapılan pazarlık yani. Böyle şey olmaz. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti devletinin insanlarının gücüne bakın; Avrupa'da 50 bin tane -belki daha da fazla olabilir, bendeki rakam eski- öğrencisi, nitelikli üniversitelerde okuyor. Çalışanlarının oralarda bankalardaki paralarının hacmi olağan üstü büyük.

200-250 milyar Euro...
Önce orada başladı bakın. Alevi-Sünni, Türk-Kürt diye orada bölündü. Şimdi, bizim içimizde böyle bir bölünme olmasa Türk-Kürt, Alevi polemikleri olmasa bu Türkiye Cumhuriyeti devletinin coğrafyasının insanlarının sadece Avrupa'daki gücü Avrupa'ya hükmedecek nitelikte.

Tabii. İçeride gerçek mânâda tam bağımsız bir devlet olsanız oradaki insanlarla, Avrupa'yı kendinize bağlarsınız.
İşte, başa dönüyoruz. Haim Nahum'a dönüyoruz. Eğer Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki doktrini Haim Nahum değil de oturup kendileri yazsalar böyle olacak diye bugün kimsenin derdi olmaz, her şey huzur içerisindeydi. Bize sonuçlandırmaz, bırakmazlar? Neden bırakmazlar? İnsan karizmamızın kalibresini, kalitesini düşürdüler. Hepimiz paraya tapar hale geldik. Dediğim gibi Amerikan üslerinden önce televizyon stüdyolarının önüne gitmemiz lazım.

Haklısınız... Peki Behiç Bey çok teşekkürler.
Sağolasınız, ben teşekkür ederim.


BARAN Dergisi 54. Sayısı'ndan (17 - Ocak 2008)

Atatürk'ü sevmemek suç mu?

İfade özgürlüğü temel bir insan hakkı olup, ideolojilere kurban edilemez. Tarihsel bir kişilik olan Atatürk hakkında ifade özgürlüğü kapsamında kaldığı açık olan bir beyan nedeniyle kişilerin suçlanması insan haklarına aykırıdır.



10–6–2008 tarihinde Kanal 1'deki programda Fatih Altaylı'nın "Atatürk'ü seviyor musun?" şeklindeki sorusuna Nuray Bezirgan "Atatürk'ü sevmeme hakkı var mı? Başıma bir iş gelmeyecekse ben sevmiyorum" yanıtını vermişti.



İstanbul Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, Fatih Altay'lının sunduğu Teke Tek programında "Humeyni'yi seviyorum, Mustafa Kemal'i sevmiyorum" dediği iddia edilen Nuray Bezirgan ve Kevser Çakır hakkında soruşturma başlattığı belirtilmiştir.



Nuray Canan Bezirgan hakaret içermeyen bir ifade ile sevmeme hakkı var ise Atatürk'ü sevmediğini beyan etmiştir. Yargı darbelerinin yaşandığı ve bunun çekinmeden savunusunun yapıldığı bir ülke'de maalesef kişilerin sevmeme hakkı da yoktur.



İnsan hakları kavramı insan onuru ve şerefi ile bağdaşmayacak tüm dayatmaları kimden gelirse ve kime karşı yapılırsa reddetmeyi ifade eder. Bu kavrama göre en büyük zillet başkasının istediği şekilde yaşamak zorunda bırakılmasıdır.



Başörtüsü yasağının tartışıldığı bir program sonrasında aslında tam da sorunun temelini gösteren yaşam ve düşünce dayatması yapılmıştır. Başörtülü bayanların toplumsal hayattan dışlanma çabasından sonra düşünce özgürlüklerinin de imha edilme çabalarını üzüntü ile izliyor, hukuka ve ahlaka aykırı davranıldığını belirtiyoruz.



MAZLUMDER olarak,



—Atatürk'ün tarihsel bir kişilik olarak değerlendirilmesi gerektiği,

—İnsan hakları bağlamında Atatürk'ü sevmek veya sevmemek yönündeki beyanların ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında kaldığını,

—Kimsenin görüşü nedeniyle suçlanmaması gerektiğini belirtiriz.





MAZLUMDER Genel Başkan

Ömer Faruk GERGERLİOĞLU

Hadis-i Şerif

Pazartesi ve Perşembe...


Pazartesi günü, benim doğduğum ve Peygamber olarak gönderildiğim veya bana vahyin indirilmeye başlandığı gündür." (Müslim)

Ebu Hureyre´den: "Ameller Pazartesi ve Perşembe günleri Allah´a sunulur. Ben, amelim Allah´a sunulurken oruçlu olmayı istiyorum." (Tirmizi/Savm 44)

Bu hadislerde Pazartesi gününün bazı özelliklerine işaret edilmektedir.
Pazartesi gününün Peygamberimizin hayatında özel bir yeri vardır. Allah Resûlü o gün doğmuş, o gün peygamber olarak seçilmiş ve o gün ilk vahiy indirilmeye başlanmıştır.
Diğer taraftan pazartesi günü, kulların amellerinin Allah´a sunulduğu, haftanın iki gününden biridir.

***

Üç altın tavsiye...

Ebu Hureyre´den:
"Dostum Allah Resûlü, bana şu 3 şeyi (ısrarla) tavsiye etti:
- Her aydan 3 gün oruç tutmak,
- Her gün 2 rekat kuşluk namazı kılmak,
- Uykuya yatmadan önce, mutlaka vitir namazı kılmak...-
(Buhari, Müslim)

"Her aydan 3 gün oruç tutunca, (hicri) ayın 13., 14. ve 15. günlerinde oruç tut."
(Tirmizi/Savm 54)

Allah Resûlü’nün ısrarla tavsiye ettiği bu 3 şey, her müslümanın zorlanma duymadan kolayca yapabileceği ibadetlerdir.

***

Yemek adabından...

"Allah Resûlü, (yemekten sonra) tabağı sıyırmayı emretti ve:
- Siz, bereketin yemeğin hangi kısmında olduğunu bilemezsiniz, buyurdu."
(Müslim)

İslâm’ın yemek âdâbında, yemek tabağında artık bırakmamak; tabağı iyice sıyırıp âdeta yıkanmış gibi tertemiz hale getirmek önemli bir kuraldır. Ayrıca çok sevaplı bir ameldir. Bu aynı zamanda yemeğe verilen önemin, Allah´ın nimetine gösterilen değerin, yemeği yapanın emeğine duyulan saygının da ifadesidir.
Diğer taraftan bereketin yemeğin hangi kısmında olduğu bilinemediğinden, tabakta kalan kısımda olma ihtimali de yüksektir.

***






Su içme adabı

"Suyu, devenin içtiği gibi bir solukta içmeyiniz.
İkişer, üçer aralıklarla (dinlene dinlene) içiniz.
İçeceğiniz zaman besmele çekiniz.
Bittikten sonra da Allah´a hamdediniz."
(Tirmizi)

Bu hadiste, İslâmî açıdan su içmenin görgü kurallarına işaret edilmektedir.
Suyu bir solukta içmek uygun görülmemiştir. İkişer, 3´er aralıklarla dinlene dinlene içmek daha doğrudur. Bu tavsiye, daha çok insan sağlığı ile ilgili bir tavsiyedir.
Suyu içmeye başlarken besmele çekmek, bitirdikten sonra da Allah´a hamd ve şükürde bulunmak da, su içmenin diğer kurallarındandır.

***

Allah'tan (celle celaluhu) âfiyet isteyiniz.

"Düşmanla karşılaşmayı (sakın) arzu etmeyiniz. Allah´tan (bela değil) âfiyet isteyiniz. Düşmanla karşılaşmak zorunda kaldığınızda da sabrediniz."
(Buhari, Müslim)

Kulun, sevabı çok diye bela istemesi, sabretmek zorunda kalacağı durumlara istekli olması, edebe uygun bir temenni değildir.
Çünkü kulun belayı isteyipte verildiği zaman sabredememesi hali, aleyhine bir durumdur. Bu durumda sızlanmaya hiçbir mazeret bulamaz.
Uygun olan, Allah´tan hep âfiyet istemektir. Beladan Allah´a sığınmaktır. Ama bela geldiğinde de sabra çalışmaktır. Bu durumda Allah´tan yardım ve tahammül istemek; hem makul, hem de edebe uygundur.

***

Sözlerin en yalanı ...

"Sû’-i zandan sakınınız. Zira sû’-i zan, sözlerin en yalanıdır."

(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)

Yalancılık, sadece hilâf-ı hakikat konuşmak demek değildir. Bir kimsenin tutum ve davranışları hakkında o davranışların yapılış sebebini bilmeden kötü düşünmek ve kötüye yormak da bir çeşit kalben söylenen yalancılıktır.

Bu bakımdan sû’-i zan, mü’minlere yakışmayan, îman ile bağdaşmayan fena bir ahlâk, büyük bir günahtır.

***







Kabir azabı sebeplerinden …

İbn-i Abbas anlatmaktadır:

"Resûl-i Ekrem Efendimizle (aleyhissalatu vesselam) bir mezarlıktan geçiyorduk. Buyurdu ki:

– Şu iki mezarda büyük azab vardır. Bunlardan birinin azâbı, küçük su dökme (çiş) esnasındaki sıçrantılardan; öteki de, insanların gıybet ve dedikodusunu yapmaktan ileri gelmektedir.

Bundan sonra iki yeşil ağaç dalı alıp mezarların üzerine diken Allah Resûlü (aleyhissalatu vesselam):

– Ümid edilir ki, bu yeşillikler, azablarının hafiflemesine sebeb olur, buyurdu."
(Buhari)

***

Dört kimse vardır ki ...

"Dört kimse vardır ki, (tevbe etmedikçe veya cezasını çekmedikçe) onları cennete koymamak ve nimetlerini tattırmamak Allahu Teala'nın adaletidir:

İçki içen,
faiz yiyen,
haksız yere yetim malı yiyen,
ana ve babasına asi olan."

(Hâkim, el-Müstedrek)

***

Ey gençler zümresi! ...

"Ey gençler zümresi! Sizden her kim evlenmek külfetine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek, gözü (haramdan) daha çok men eder. İffeti daha çok muhafaza eder. Nikâh külfetine muktedir olmayan kimse ise, oruç tutsun"
(Müslim)

"Kim ki gözünü yabancıdan çekmek, kendini nâmahremden korumak ve akrabalık hakkını gözetmek üzere evlenirse, Allahu Teâlâ (bu evlenmede) o erkeği o kadınla ve o kadını da o erkekle mutlu eder."

(Tergib ve Terhib)

***


Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz ...

Ebu Hureyre’den:

"Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz ki, içinde Bakara sûresinin okunduğu evden, şeytan (barınamaz) kaçar."

(Müslim/Müsafirin; Tirmizi/Sevabu’l-Kur’an)

---

Hadiste; evlerin, namaz kılmak, Kur’an okumak, dini sohbet yapmak gibi ibadetlerden soyutlanarak, hiçbir sevabın işlenmediği kabirlere çevrilmesine karşı uyarı vardır.

Ayrıca Bakara sûresinin okunduğu ve içindeki mesaj ve mananın yaşandığı yerlerde şeytanın barınamayacağına; insanlara vesvese verip kandıramıyacağına da işaret edilmektedir.

***

En bedbaht, en zavallı insan ...

"En bedbaht, en zavallı insan; üzerinde dünyanın fakirliği ile âhiretin azabı birleşen insandır."
(İbn-i Mace)

Dünyada çekilen fakirlik, aslında âhirette cennet nimetlerini kazanmaya en büyük vesile iken, halinden şikayetçi, gafil, inancı zayıf fakirlerin bundan müstesna olduğu anlaşılmaktadır.

Modern Bir Samiri: Yaşar Nuri Öztürk






Yılmaz Çakır

Türkiye'de 6O'lı yıllara uzanan tevhidi dinamiklere sahip kimlik sahibi olma süreci, 70'li yıllara gelindiğinde daha da belirgin bir hal almıştır.

Tarihsel süreç içinde yitirilen tevhidi kimliği doğru yerde arama çabalarının oluşumunda, Seyyid Kutub ve Mevdudi çizgisi olarak niteleyebileceğimiz eserlerin büyük bir önem taşıdığı ise ortadadır. Söz konusu bu sürecin Kur'an'la tanışmada, geleneksel kabullere dayalı hurafeci anlayışları sarsmada ve her tür zorba iktidarla mücadele etmek gerektiği yolunda yaptığı etkiler olumlu sonuçlar vermiştir.

Özellikle 70'li yılların ortalarından itibaren artan, 801i yıllara gelindiğinde ise daha da yoğunlaşan Kur'an çalışmaları da bu olumlu sürecin etkilerini taşımıştır.

Kur'an'a dönüş olarak nitelendirilebilecek bu çabaların yoğunlaşması çeşitli çevrelerin saldırıları yanında 'içten' saldırılarla da karşılaşmıştır. Birçoğu kuzu postuna bürünmüş kurt rolü oynayan ya da onların oyunlarına gelen basiretsiz insanlar, Kur'an çalışmalarının peygamberi metodu ve hedefini bir kenara bırakıp, onu hevalarının bir aracı yapmak istemişlerdir. Amerika'da yaşayan ve sonraları öldürülen çağdaş müseylime Reşad Halife ve onun müridleri bu çerçevede gösterilecek örneklerdendir.

Değişik birçok isimle çoğaltılabilecek olan, Kur'an'a yönelişi saptırma çabalarının müşterek özellikleri ise hemen her defasında Kur'ani bir deyim olan 'hakkı batılla bulama' şeklinde tezahür etmiştir.

Tarihi hiç de yeni olmayan söz konusu çabaların her defasında metodları da hemen hemen aynı form düzeyinde; 'kelimeleri yerlerinden değiştirmek', 'ayetlerin bir kısmını gizlemek' ya da 'Kitap'ta olmayanı Kitap'tanmış gibi göstermek' şeklinde olmuştur.

Kur'an vakıasını yok saymanın, onu ortadan kaldırmanın imkansızlığı, bütün dönemlerin Samiri taslaklarını yöntem olarak böylesi bir tutuma mahkum etmiştir. Öyle ki, temel fonksiyonu Hakla batılı ayırmak olan Kur'an'ın anlaşılması ve yaşanması mücadelesi, Kur'an'ın aydınlığından rahatsız olan gelenekçi Samiriler tarafından engellenemeyince devreye modern Samiriler sokulmuştur. Temel kabullerini modernitenin ve hakim sistemin oluşturduğu bu yeni Samirilerin Kur'an'ın anlaşılmasını savunuyor gibi gözükmeleri ise sadece bir yanılsatma hadisesinden ibarettir.

Basiretli bir Kur'an okuyucusunun hemen fark edeceği üzere Kur'an, modern Samiriler için gelenek düşmanlığından başka bir anlam taşımaz. Böylelerinde geleneksel çevrelerin hurafelerine karşı tebliğ adı altında ortaya konan 'kin ve gayz' derecesindeki sertlik, modern hurafeler söz konusu olduğunda yerini 'merhamet ve şefkat' derecesinde bir yumuşaklığa bırakır.

Bu meyanda ortaya konan yanlışlıklara örnek olması açısından verilebilecek isimlerden birisi de birçok insanın tanıdığı Yaşar Nuri Öztürk'tür.

Örneğimizi Yaşar Nuri Öztürk olarak seçmemizi zaruri kılan faktörlerden önemli birisini de onun tanınmış olması oluşturmaktadır. Öyle ki, bu tanınmışlık durumunu Yaşar Bey 'ülkede bir uçtan bir uca estirilen Yaşar Nuri fırtınası ve Yaşar Nuri fenomeni'1 olarak zikretmekte ve bu fenomenin oluşumunda kendisinin 'tavizsiz ve yorulmak bilmez faaliyetlerinin'2 olduğunu hatırlatmaktadır. Yine kendisini dinleyenlerin 'bir trans haline geçtiğini ve sürenin (bile) farkında olmadıklarını'3 belirten Yaşar Nuri, 'Kur'an galerisine giden ışığı yakanın da, birçok noktada Kur'ani belirlemeleri yapanın da kendisi olduğunu söylemektedir.4

Bu mütevazi ifadelerin sahibini tanımak içinse, onun "20'yi aşkın" olarak ifade ettiği eserlerinden bazılarını okumanın yeterli olacağını düşündük ve gördük ki, 'Kur'an galerisine giden ışığı yakma' iddiasındaki Yaşar Nuri Öztürk, yanlışlıkla başka bir galeriye gitmiş ve orada tasavvufu ve vahdet-i vücudu bulmuş:

"Esasen Allah açısından iman-küfür, hayır-şer ayrımının hiçbir anlamı yoktur. Hallaç, bunu çok güzel ifade etmiştir: 'İmanla küfür arasında fark gören kafirdir, ama kafirle mü'min arasında fark görmeyen de kafirdir"5

"O halde, hak eri için bütün dinlerin, iman-küfür kavgalarının üstünde bir alan vardır. Kavgalar, renkler ve DİNLER ÜSTÜ (vurgu bize ait 'Y.Ç.') bir alandır bu birlik alanı."6

"Allah'ın bir ayeti hatta Allah'ın en büyük kelimesi"7 olduğu iddia edilen Mevlana'dan, Tasavvuf galerisinin çerağı Yaşar Nuri şu sözleri de alıntılıyor:

"Bil ki, pir baştan başa tanrı sıfatlarıyla sıfatlanmıştır; insan şeklinde görülür, ama iş öyle değil"8

Hezeyan derecesindeki iddia ve inançlarını, ortaya koyduğu "Mevlana ve İnsan" adlı eserinin önsözünde ise şöyle diyebiliyor: "Tüm büyük ruhlara tevhid ve Kur'an perspektifinden bakılması gerektiğine inanıyoruz".

Yaşar Bey'in "Büyük Ruhlardan kasdı ise başta İbn-i Arabi, Mevlana, Hallaç vb. panteist şirk kültürünün temsilcileri...

Bir "fikir ve ilham devi"9 olarak kabul ettiği İbn-i Arabi'den ve onun etkilediği Mevlana'dan alıntılar yaparak şöyle der: "Allah'ı tanıtmakla birlikte, 'tek' ve 'bir' sözleri bile şirk kokusu taşır. Çünkü onlar da iğreti alemin eşek sürüsünün değerleridir. Öyle bir zerreyiz ki, dört unsura da isyan ettik, beş duyuya da, altı yöne de. Zaten beş, altı dediğin de nedir? Tek Allah'a bile kızgınım ben"10.

"Eşek sürüsü" ifadesi "Kitap yüklü eşeklerin" tarih boyunca Muhammedi mücadele içinde bulunanlara taktığı çirkin ve iğrenç bir lakapken, tasavvuf galerisinin çerağı hangi Kur'an'dan bahsediyor? Ya da Kur'an'ın neresinde "varlık birdir, insanlık ve fikir birdir"11 deniyor. Kur'an' Hz.Muhammed'e inen Kitap ise, biz böyle bir inanca sahip olmayı şirk görürüz. Yok haşa, Kur'an ile kastedilen başka bir kitap ise ya da onu peygamberden iyi anlayan ve anlatanlar var ise, onu bilmiyoruz.

Kur'an'ı anlama ve anlatma iddiasındaki söz konusu şahsın en önemli özelliklerinden birisi de kanaatimizce mevcut müşrik sistemi onaylama ve onaylatma çabasıdır. Bu kutsal(!) uğurda Allah'ın Kur'an'ını kullanmayı mahzurlu görmemekte; bizatihi ondan deliller (!) bulma gayreti içinde olmaktadır.

Laikliği, demokrasiyi ve cumhuriyeti Kur'an değerleri olarak sunma hususundaki gayretleri bu cümleden olarak ele alınmalıdır12.

Yaşar Nuri'nin eserlerinde, dilden düşürmediği hoşgörü, bütün insanlara sevgi duyma gibi13 iddiaların her defasında tek bir muhatabı ve yine tek bir istisnası vardır. Her ne kadar bütün İnsanlığı sevmek diyorsa da, bu noktadaki muhatabı "bizim insanımız"14 dediği çevrelerdir. Hatta İslam düşmanlığı tescilli Rotaryen, Lions gibi hiç de "bizim İnsanımız"la irtibatları olmayan tamamen "dışarıya" bağlı kuruluşlar bile Y.Nuri'nin "engin hoşgörü ve sevgisinden" nasiplenebilmektedirler15.

Birçok kez sitayişle bahsettiği Rotaryen ve Lionslara akıl vermeyi de ihmal etmeyen Y.Nuri şöyle demektedir: "Bu dinin mensupları, dinlerinin yozlaştırılması, hurafeden temizlenmesi, kutsal kavramların insanımız ve ülkemiz aleyhine kullanılmaması için iş yapmak, gerekirse kavga vermek zorundadırlar. Bu, din ağırlıklı kuruluşlar kadar "ben müslümanım" diyen Rotaryenlerin, Lionsların da görevidir".16

Yaşar Nuri; "bu mücadelede bizim yanımızda yer alan kişi, kurum ve kadroların isimleri açık açık verilmiştir"17 derken çok doğru söylemektedir.

Kendi mütevazi ifadeleriyle: "Bir imanın destanlaştırmışı" Bay Nuri'nin sevgi ve hoşgörüsünün her zaman ve her durumda istisnasını ise laik olmayan, eğrisiyle doğrusuyla İslam'ı yaşamaya çalışan, İslam'ın hayat nizamı olduğuna iman etmiş insanlar oluşturmaktadır.

Kendisinin davet edildiği bir konferansta "Kur'ancı" olduğu iddiasıyla konuşturulmayan Y.N., kendisini konuşturmayan ve Kur'an düşmanı olduklarını, bizatihi kendi ağızlarıyla ifade eden bazı SHP'lilere bile dost ve sıcak bir ilgi ile hitap etmekte iken18 bir başka konferansına müdahale etmek istediklerini söylediği Refah Partililere karşı ise bir cümlesinde üç kez söverek şöyle demektedir: "Bazı hurafe tüccarı kutsal sömürücülerinin özellikle Refah Partili bazı istismarcıların engel ve çengellerine rağmen konferans gerçekleşti"19.

"Allah'ın kulları arasında ayrım yapmama, kimseye kin tutmama ve bütün insanlığı bir vücut bilme"20 iddiasındaki Y.N.Ö. söz konusu edilenler müslüman çevrelerden olduğunda her ne hikmetse her defasında nefret, kin ve gayz dolu sözleri ve tabirleri kullanmaktadır: "Din bezirganları, karanlık ruhlular, politik sömürücüler, çığırtkanlar, düzenbazlar, şeriat yobazları, yobaz karanlığın cellatları, cehennem müfettişleri, haysiyetsiz tezgahçılar, yezid bozuntuları, şerefsiz fesatçılar, şerefsizler, namertler, istismarcılar, kudurmuş hayvanlar"21 gibi "sevgi" dolu cümleler hep insan şefkatinin zirvesi, sayın Y.N.Ö.'nün dudaklarından dökülmektedir.

Sıra, İslam'a yaşam hakkı tanımayan, bir zamanlar Allah adını bile yasaklayan zihniyetin temsilcilerinden ve onların yanlışlarından -her nasılsa- bahsetmeye gelince ise Yaşar Bey gerçekten görülmeye değer bir hoşgörü ve sevgi timsali oluyor.

Örnek olarak "Hürriyet" gibi İslam düşmanlığı ile tescilli bir gazetede yazı yazmasını meşrulaştırmak için şöyle buyuruyor: "Bugün hatası vardır, yarın bir hizmete Allah onu memur eder. Bu Cenabı Hakk'ın karar vereceği bir şey. Biz bırakalım bunları, o gazete eğrisi, eksiğiyle hepsi müslüman olan yüzlerce insanın götürdüğü bir müessesedir". "Öbür tarafta {Hürriyet için) adamın iki tane aksaklığı/eksikliği var, onu da afişe ediyorsunuz. Ondan sonra mahkum ediyorsunuz".22

"Hürriyet gazetesini İslamcı gazetelerden İslam'a daha saygılı"23 bulduğunu söyleyen Y.Nuri'nin saygıdan neyi anladığı ise bizim için gerçekten merak konusudur.

Eğrisiyle doğrusuyla İslam'a hizmet etme sevdasında olanlara her tür hakaret ve sövgüyü layık gören zâtını her gün İslam'a sataşan bir gazete hakkındaki övgü dolu sözleri kendisinin kimliğini de ibraz ediyor olmalı.

"Son çeyrek asırda politik sömürü ve düzenbazlık burnunu nazik ve aydınlık dine, iğrenç bir şekilde soktu"24 diyen Yaşar Nuri'nin ideal dönemi ise 1950 öncesi dönem, yani Tek Parti diktasının hakim olduğu yıllar olmaktadır.25

Aslında o "devletinin" yaptığı bazı yanlışlıklara da temas etmiyor değildir. Örnek olarak şu satırlara bakabiliriz: "Dinin gün ışığında tartışılmasına müsaade etmedik, etmedik, izbelere çekildi. İzbelere çekilince karanlık üretti. Sokağın orasından burasından katran gibi fışkırıyor insanın yüzüne, orasına burasına. Herkes şikayet ediyor. Niye? Ne olacaktı? Başka ne bekliyordunuz?"26.

Y.Nuri tarafından gerçekten de yaralı bir yürek sitemkarlığı ile eleştirilen ve "biz" sigası kullanılarak sahiplenilen hatalar için insanın neredeyse "olur böyle şeyler canım, ne önemi var" diyesi geliyor.

'İslamcılara' ve özellikle de 'politik İslamcılara' karşı arslan kesilen Yaşar Bey, nedense İslam'la hiçbir surette ilişkisi olmayan ve hatta İslam'a düşman olan sistem ve yandaşlarına karşı, onların yaptıkları hatalara karşı getirdiği "zorunlu" eleştirilerde o kadar içten, o kadar candan davranıyor ki, muhteremi sistemden ayırdedene aşkolsun27

Y.Nuri mücadelesini dindar kesime yönelik yapma gerekçesini ise şu veciz ifadelere dayandırıyor: "Kur'an-ı Kerim sürekli din temsilcilerinden yakınıyor"28 "Kur'an'ın yarıya yakını dini temsil edenlerden şikayettir"29

Merak bu ya, Kur'an'ın diğer yarısı kimlerden şikayet ediyor acaba? Ya da Kur'an'ın yarısı kaç sayfadır?

Doğrusu biz Yaşar Nuri'nin Kur'an gerçeği ile kendisini kayıtlayacak kadar "sıradan" olacağına da inanmıyoruz. Öyle ya, "bütün dinlerin üstünde, kavgaların ötesinde bir gerçek var, o da insan gerçeği. Buna inanan insan olur. İnanmayan da hayvan". "Her şey yalanlanabilir ama, insan gerçeği asla"30

Hani olur ya, yahu kardeşim bunu bir müslüman nasıl söyler? İslam'ın/Kur'an'ın ötesinde başka gerçek olur mu? Ya da Kur'an gerçeği nasıl yalanlanabilir ve yine o insan gerçeğinden nasıl kopuk olur diye sorarsanız, o zaman biz de size sizin "Yaşar Nuri Öztürk fenomeninden" haberiniz olmadığını söyleriz. Zaten biz bir şey demeden Yaşar Bey sizi "sevgi dolu" iltifatlara kendisi garkeder. Bundan emin olun.

Şaşırıp da, Yaşar Nuri'yi eleştirmeye kalkışmışsanız, yandınız demektir. Çünkü Yaşar Bey sizi zorlu bir sınava tabi tutacaktır. Misal olarak size "kariyeriniz var mı, eseriniz var mı?" Siz "Türklük düşmanı mısınız"31 diye soracaktır ki, yandınız. Hadi kariyer ve eser sahibi olmayı anladık da "Türklük düşmanlığı" ile irtibatını kuramadık diyorsanız, söyleyelim, Yaşar Bey bu konuda, yani Türklük konusunda çok hassastır. Kendileri şöyle buyurmaktadırlar: "Bizim (Türkleri kastediyor 'Y.Ç.') kimseden din öğrenmeye de ihtiyacımız yok... Bizim insanımızın din dosyası herkesten temizdir. En temiz dosya bizdedir. (Mübarek sanki işportada satıcı 'Y.Ç.') Bir de Al-i Resulün dosyası temizdir. Bir de Al-i Etrak (Türkler)'in dosyası temizdir.

Şimdi biz bu dosyaların çocuklarıyız". "Neyi var bu insanın? Dünyanın neresinde bu kadar güzel insan var?"32.

Şu satırlar da Y.N.Ö.'ye ait:

"İslami ve Muhammedi şuuru en ideal biçimde temsil eden insanlar bu topraklar üzerinde kümelendiler"33

"Bütün eksikliğine, aksaklığına rağmen, bugün dünya yüzünde, İslam'ı en iyi yaşayan kitlenin bizim halkımız olduğunu görürüz"34

Vahdet-i vücutçu Muhiddin İbn Arabi'yi, Kur'an kaynaklı düşüncenin tarihte en büyük temsilcisi olarak gören35, böylece, nasıl bir Kur'an anlayışına sahip olduğunu da açıkça beyan eden Y.N.Ö. Türklükle ilgili düşüncelerine ise şu müthiş ifadelerle devam ediyor: "...Gemuhluoğlu'nun 'Türklüğe İman' (yeni bir iman umdesi daha mı? 'Y.Ç.') keyfiyetinin de varisi olduğu anlaşılmaktadır. Türbedar unvanıyla tanınan Ahmed Amiş Efendi (ölm.1919) diyor ki? "Türk devleti ila yevmil kıyame bakidir. Sadece şekil ve kılık değiştirir, yok olmaz. 'Hz. Adem'e cennette bir çok dil telkin edildi de onların hiçbiriyle konuşmayı kabul etmedi. Türkçe telkin edilince hemen kabul etti'. Böyle bir Türklük anlayışı, Devlet'e hizmeti, yani Türk devletine hizmeti bir ibadet telakki eden bir disiplinin doğmasına zemin teşkil etmiştir"36.

Eh ne diyelim, yıllardır gavur memleketlerini ve onların dillerini biz Türklere büyük bir hayranlık ve gayret ile öğretmeye çalışanlar utansın. Gerçi, Yaşar Bey, Batılı ve Batıcı gavurlardan pek şikayetçi değil. O'nun bütün derdi Arap ve Acemlerle, yani onun tabiriyle söyleyecek olursak bir türlü "bizim insanımız" olmayı hak edememiş müslümanlarla. Her ne kadar Kur'an "ancak müslümanlar kardeştir" diyorsa da O, bu ayeti, İbn Arabi'nin eserlerine bakarak daha doğru yorumluyor olmalı. Hem belki de ayetin batıni manasında sadece Türkler kardeştir anlamı vardır!!! Eğer öyle olmasa Yaşar Bey bu gerçeği "yaradılış gerçeği" gibi kabul eder miydi?37

Yaşar Bey'in vebalı görmüşçesine kaçtığı iki topluluk vardır. Bunlardan birincisi Araplar, ikincisi de Acemlerdir. İnsanın Yaşar N.Ö.'ün, Arap ve Acem düşmanlığını gördüğünde Peygamberin ve Asr-ı Saadet topluluğunun Arap olmadığını düşünesi geliyor. Kim bilir belki de onlar Arabistan'a çok önceleri göçetmiş soylu bir Türk kavmine mensupturlar.

Yaşar Nuri'nin Arap fobisine bir kaç örnek olarak şunları verebiliriz: "Arapların adları Kur'an'da A'rab şeklinde çoğul olarak geçer. Bu kelime A'rabi (bedevi Arap) kelimesinin çoğuludur. Ne ilginçtir ki, bu kelime geçtiği bütün ayetlerde negativenin, kötülüğün, bozgunculuğun, inadın, ikiyüzlülüğün simgesidir"38.

"Demek oluyor ki, Muhammed ümmetine musallat olan fitnelerin hepsinde odak nokta ve motor unsur Arap'dır"39

Gel de şimdi Hz. Muhammed'in Arap oluşuna bir anlam ver.

Bir başka yerde ise şöyle diyor: "Bizim dinimiz Arap, Acem örflerinin ihyası için gelmemiştir"40 Söz doğru da, pekala bugün bizim toplumumuzda hakim olan Batılı örf ve adetlere karşı niye tepkisizsiniz. Yoksa bizim dinimiz Arap ve Acem Örflerini değil de, onları ihya için mi geldi.

Y.N.Ö.'nün bu konuda son hezeyanı ise şöyle: "Şu da var (Hacı Bektaşi) evrensel bir kitap olan Kur'an-ı Kerim'e getirilen Arap, Acem yorumunu değişmez olmaktan çıkarmış ve ona bir Türkmen yorumu getirmiştir. Ve tarih göstermiştir ki, bu Türkmen yorumu, Kur'an'a getirilen Arap ve Acem yorumundan çok daha mükemmeldir"41

Hacı Bektaş'ın Kur'an'a getirdiği mükemmel (!) Türk yorumunun Arap yorumundan üstünlüğü, kendisi ve çevresindeki bir çok değerli sahabisi Arap olan peygamberi de kapsıyor mu?

Irkı, dininin önünde olan bir insanın, "ülkenin tahribine alet edilen 'din'den hayır gelmez"42 derken söylemek istedikleri şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.

Yaşar Bey'in çelişki ve tutarsızlıklarından biri de politikaya ilişkin tavırlarında görülmektedir. O, politikayı çirkin bulduğunu her fırsatta söyler43. Onun çirkin bulduğu politika, dinin dünya hayatına yönelik uyarılarını esas alma çabası içindeki politikadır. Aslında karşı çıktığı İslam'ın siyasi zeminde güçlenmesinden başka bir şey değildir. Ve o, bu rahatsızlığını bir keresinde son 25 yıllık süreçteki gelişmelerle ifade ederken44. Bir başka yerde de tek parti diktasının sona erdiği 1950'den sonraki süreçle ifade etmektedir.45 Kur'an'ı Anlamaya Doğru isimli kitabının 141. sayfasında şöyle şikayetler aldığını söyler: "Doğrudan veya dolaylı politikaya bulaşanlara ve onların anlattıklarına güvenmiyoruz. Onların bize saf İslam'ı anlatacaklarına inanmıyoruz". Bu sözleri söyleyenleri Yaşar Bey de tereddütsüz onaylar ve şöyle der: "Dini ve din temsilcilerini politikadan uzak tutmak gerekir"46. Evet böyle der. Böyle demekle de "bizim insanımız" dediği Lions ve Rotaryenlerle aynı çizgide buluşur. Yalnız kendisinin de bir din adamı olduğu ya da öyle sanıldığı gerçeğini unutur. Ve tutar size, Amerikancı politikacı Tansu Çillerin 24 Nisan kararlarını över ve bu kararlara uymak gerektiğini savunur.47 Yaşar Bey'in ilkesizliği ve çelişkisi olarak görülebilecek bu tutum farklılığının aslında şaşılacak hiçbir yanı yoktur. Çünkü Yaşar Bey, "kıblesini" çoktan belirlemiştir. Şu sözler ona aittir: "Kur'an'ın evrensel değerlerini hayata sokma açısından bakıldığında bugünkü Batı dünyasının bugünkü İslam dünyasından Kur'an'a daha yakın olduğu görülür... Bugünkü Batı ile entegrasyondan beklenen hayır, bugünkü İslam dünyasıyla entegrasyondan beklenen hayırdan hiç de az olmayabilir"48. Batıcı Yaşar Nuri'ye Bosna'yı, Çeçenistan'ı, Irak'ı, Filistin'i bir kan deryasına dönüştüren Batı'nın, Kur'an'ın hangi evrensel değerine yakın olduğu sorusunu soran ise çıkmaz. Yine o müslüman camiayı kastederek şöyle der: "Bugünkü dünyayı zulüm ve kahırla dolduranların yarınlar için vaad ettikleri cennete inanılmaz".49 Dünyayı zulüm ve kahırla dolduranlar müslümanlarmış, öğrenin... Hürriyet gazetesinin muhterem yazarı böyle buyuruyor. Bu zata göre orman kıyımından çevre kirliliğine, vergi kaçırmaktan ekonomik sömürüye kadar bütün alanların suçluları da müslümanlardır50. "Kur'an galerisine giden ışığı yakma" iddiasındaki Hürriyet gazetesi yazarının en önemli özelliği çelişki ve tevildir. O, bir yerde çok doğru olarak Arapçayı kastederek "hiçbir dil kutsal olamaz" der.51 Bir başka yerde ise -ırkçılığından olsa gerek- "Hz. Adem'e Türkçe konuşturur".52 Bir yerde Gazali'nin İhya'sı için "şaheser, ölümsüz eser" nitelemesi yaparken53, bir başka yerde "tasavvuf tarihinin uydurma hadisler bakımından bir numaralı kitabı"54 der. Onu politikadan ve politikacılardan uzak olmak çağrıları yaparken görebildiğiniz gibi politikacılara arka verirken de görebilirsiniz.55 Onun Kur'ancılığı da bir başkadır. Kur'an onun için Muhiddin İbni Arabi, Hallacı Mansur, Mevlana ve Hacı Bektaşi'nin yorumları demektir. Ona göre İbn Arabi, "Kur'an'ı anlayan en önemli isim" iken bir de bakarsınız İbn Teymiyye'den de övgüyle bahseder. Hadisin Kur'an'la kritiğinin gerekliliğine inanır da, kendi tezini doğrulamak söz konusu olduğunda hadis kritiğini unutur gider56.

Laik Yaşar Nuri'nin Kur'an'a yaklaşımı, kendisinin eleştirdiği birçok gelenekçiden hiç de farklı değildir. "Kur'an galerisine giden yolun ışığını yakmak" ise sadece kof bir iddiadır. Onun Kur'an'ı iyi bildiğini söylemek ise asla mümkün olamaz. Onun vecizelerinden bazıları da şunlardır: "Kur'an insanın yüceliğinden bahseder".57 (Hayvandan da aşağı oluşundan bahsetmez mi?).

"Kur'an'ın yaklaşık %80'i müteşabihtir"58. (Ha gayret az kaldı).

"Üstünlük bilmektedir"59 (Kur'an takvada diyor)'

"Kur'an reenkarnasyonu onaylar"60 (Budistler sevinsin).

"İnsanın iç kuvvetleri arasında bizatihi kötü olan yoktur"61 (Allah nefse "fücuru da ilham ettik" demiyor mu?).

"Yaradılan herkes sevilmeli"62 (Allah kafirlere sevgi beslemeyin diyor).

"Hiç kimse kimseye batmış ve cehennemlik damgası vuramaz"63 ("Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra" ayeti Kur'an'da bulunuyor, haberin olsun).

"Kur'an-ı Kerim din temsilcilerini, sürekli bir biçimde insanlığı aldatan bozgun, kaos ve çıkar odakları olarak göstermektedir"64 (En hafif ifadeyle bu büyük bir mübalağa değil mi?).

Ve siz sayın Nuri, "diş sağlığını tehlikeye atmayı" Kur'an'ın "kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" ayeti ile nasıl irtibatlandırabiliyorsunuz?65 Ayetin doğrusu ve bütünü: "Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin, doğrusu Allah iyilik edenleri sever" olmalı değil mi? Yani ayetteki tehlike, Allah yolunda harcamayanlar için söz konusu edilmiyor mu?

"Al-i İmran 195. ayeti çalışıp iş ve değer üretin" mi diyor?66 Ayetin tevilsiz tümü şöyle değil mi?: "(Ahiret günü) Rableri onlara karşılık verdi, 'ben sizden erkek, kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler..." Zayi olmayan çalışma bunlar değil mi?..

Maide Suresi 33. ayette "Allah 've Resulüyle savaşan" ifadesiyle kimlikleri beyan edilen "fesatçıların" kimliklerinden bahsedilmediğini67 nasıl söyleyebiliryorsunuz?

"Şunu bir yaratılış gerçeği gibi bilmek lazımdır ki bizim (Türklerin 'Y.Ç.') bizden (Türk'den) başka dostu yoktur" derken yaratılış gerçeğinin bütün müslümanları kardeş yaptığını bilmiyor musunuz?

"...Rabbinin rahmetine mazhar olanlar müstesna sürekli ihtilaf halindedirler. Ve rabbin onları zaten bunun için yaratmıştır"68 diye ele aldığınız ayette yaptığınız takdim-tehir (tevil) anlamı bozup, adeta ihtilaf için yaratılmış olduğumuzu anlatmıyor mu? Ayetin doğrusu şöyle olacak: "...Rabbinin rahmetine mazhar olanlar müstesna. Zaten onları (rahmete erenleri) bunun için yaratmıştır".

Yine "Kur'an sizden 'bilenlere sormanızı' istiyor"69 diye bir genelleme yapıyorsunuz. Ayeti niye "Bektaşice" ele alıyorsunuz? Doğrusu şöyle olmayacak mı?: "Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Sorun zikir (Kitap) ehline, eğer bilmiyorsanız?" 16/43.

Kalem Suresi 26. ayette açık açık cehennem ateşi olduğu (26-29) anlatılan "sekar" nasıl bilgisayar olabilir?70

"Kadınların başörtüsü örtmeleri, Kur'an'ın tüm zamanlar için geçerli kıldığı bir emir değildir" diyen Kaddafi'nin görüşlerine neden sıcak bakıyorsunuz?71

Bakara Suresi 191. ayette Allah kafirleri kastederek: "Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın! Fitne adam öldürmekten daha kötüdür" derken siz buradaki fitne için "insanlar arasında bozgunculuk, fitne ve fesat yayanların dindarlık iddiaları, ibadetleri, Allah adına bağırıp çağırmaları bir aldanış ve aldatıştan ibarettir. Hiç kimse fitne ve fesadı fisebilillah (Allah yolunda) sergilediğini söyleyerek kendisini aklayamaz"72 yorumunu yapıyorsunuz. Allah, fitneci olarak kafirleri gösterirken neden siz ayeti tevil edip müslümanlara fitneci damgası vuruyorsunuz? Bu yaptığınızın yüce Kur'an'a göre büyük bir fitne olduğunu hiç düşünmüyor musunuz?

Tağutların kucağında yazı yazarak, lionslara, rotaryenlere "gerekirse kavga etmelisiniz" diye akıl verip yol göstererek Batıcılık, devletçilik, laiklik, Türkçülük, vahdet-i vücudçuluk ve tevilcilik yaparak Kur'ancı olunamaz. Olsa olsa Kur'an'ın aydınlığına doğru büyük bir ivme kazanan yönelişi hedefinden saptırmak isteyen Samiri olunur.

Son olarak diyoruz ki, Yaşar Nuri'ye bakıp da, kendi hallerini meşrulaştıran muharref gelenek kutsayıcıları da bilmeliler ki, Yaşar Nuri'lerin yanlışları, kendi yanlışlarını temize çıkaramaz. Kur'an'dan uzak kalış devam ettiği sürece birilerinin Kur'an adını kullanarak hatalar yapmasının suçu, o kimseler kadar Kur'an'ı rafa kaldıranlarındır da.

Yine, Hallac'ı, İbn Arabi'yi, Kur'an'ı en iyi anlayan olarak değerlendiren Yaşar Nuri'nin, Kur'an anlayışının niteliğine bakmaksızın, onun Kur'ani İslam'a döndüğünü sananlar da basiretlerini ölçtürmek zorundadırlar.



Dipnotlar:

1- Yaşar Nuri Öztürk. Kur'an'ı Anlamaya Doğru. Yeni Boyut Yayınları, sh. 7-8 (1990).

2-Y.N.Ö. Kur'an'daki İslam. Yeni Boyut Yay. sh. 9 (1992)

3-Y.N.Ö. Konferanslarım. Yeni Boyut Yay. sh.7-8 (1994)

4- Y.N.Ö. Çıplak Uyarı. Y.B. Yay. sh.174 (1993)

5- Y.N.Ö. Mevlana ve İnsan. YB.Yay. sh.101 (1993)

6- Y.N.Ö. Kur'an'ı Anlamaya Doğru. sh.106

7- A.g.e. YB. Yay. sh.63

8- A.g.e. YB. Yay. sh.122

9- Mevlana ve İnsan, sh.14

10- A.g.e. YB. Yay. sh.25

11- Y.N.Ö. Kur'an'ı Anlamaya Doğru. sh.19

12- Kur'an'daki İslam sh.259, 502; Büyük Günahlar sh.228; Çıplak Uyarı Sh.15,52; Necmettin Şahiner Yaşar Nuri ile birlikte sh.41, 151 (1994)

13- Y.N.Ö. Kur'an'ı Anlamaya Doğru. sh.9, 20,51,140

14- Y.N.Ö. Çıplak Uyarı, sh.276, 277.

15- Y.N.Ö. Konferanslarım sh.43, 74; Çıplak Uyarı Sh.150

16- Y.N.Ö. Tevhid Mücadelesi sh.186. Yeni Boyut, (1994)

17- Y.N.Ö., a.g.e sh.7

18- Y.N.Ö., a.g.e sh.46-47

19- Y.N.Ö., a.g.e sh.90

20- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.40, 108, 143; Kur'an'daki İslam sh.497; Büyük Günahlar Sh.206-207

21- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.48, 87, 133, 189, 214, 215, 226, 227; Yaşar Nuri ile birlikte sh.90, 91, 172, 245, 246, 248; Tevhid Mücadelesi sh.90; Konferanslarım Sh.77

22- Yaşar Nuri ile birlikte sh. 95-96

23- A.g.e sh.95

24- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.48

25- Çıplak Uyarı sh.185

26- Konferanslarım sh.84

27- Tevhid Mücadelesi sh.224; Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.68-69

28- Konferanslarım sh.18

29- Yaşar Nuri İle Birlikte sh.258

30- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh. 106-107

31- A.g.e. sh.9

32- Konferanslarım sh.36-37

33- A.g.e. sh.108

34- Tevhid Mücadelesi sh.216

35- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.174

36- Konferanslarım sh.245-246

37- Tevhid Mücadelesi sh.50

38- Kur'an'daki İslam sh.716

39- A.g.e. sh.717

40- Yaşar Nuri İle Birlikte sh.260

41- Çıplak Uyarı sh.318-319

42- Tevhid Mücadelesi sh.201

43- Kur'an'daki İslam sh.207; Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.48, 140

44- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.48

45- Çıplak Uyarı sh.185

46- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.142

47- Yaşar Nuri İle Birlikte sh.140-141

48- Tevhid Mücadelesi sh.158

49- Kur'an'daki İslam sh.446

50- Konferanslarım sh.66; Yaşar Nuri İle Birlikte sh.246

51- Kur'an'daki İslam sh.294

52- Konferanslarım sh.244

53- Din ve Fıtrat sh.77,185

54-Çıplak Uyarı sh.190

55- Yaşar Nuri İle Birlikte sh.140-141

56- Fıtrat sh.177; Asr-ı Saade Şehitleri sh.28, 98, 150, 162; Büyük Günahlar sh.lll; Konferanslarım sh.63; Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.39

57- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.lll

58- Kur'an'daki İslam sh.465

59- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.47

60- Çıplak Uyarı sh.199

61- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.66

62- A.g.e. sh.112

63- Kur'an'daki İslam sh. 25, 60

64- A.g.e. sh.421

65- A.g.e. sh.418

66- A.g.e. sh.511

67- A.g.e. sh.677

68- A.g.e. sh.231

69- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.49

70- Kur'an'daki İslam sh.21

71- Kur'an'ı Anlamaya Doğru sh.226

72- Kur'an'daki İslam sh.417



Haksöz Dergisi / 53. Sayı / Ağustos 1995
Google Gruplar
irfanmektebi@hotmail.com grubuna kayıt ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Benim Peygamberim

İlgili aramalar: müzik - ilahi -  ilahi