Son dakıka

7 Haz 2008

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

Başlangıç: İnsanlık ailesinin tüm üyelerinin niteliğinde bulunan onurunu ve eşit ve ayrılmaz haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu, İnsanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için İnsan haklarının hukuk düzeniyle korunması gerektiğini, Uluslar arasında dostça ilişkileri geliştirmeyi özendirmenin temeli olduğunu, Birleşmiş Milletler halklarının Birleşmiş Milletler Antlaşmasında temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların hak eşitliğine olan inancını yeniden belirttiğini ve daha geniş bir özgürlük içinde toplumsal gelişme ve daha iyi bir yaşam düzeyi sağlamaya karar vermiş olduğunu, Üye Devletlerin Birleşmiş Milletlerle işbirliği içinde, insan haklarının ve temel özgürlüklerin evrensel olarak saygı görüp gözetilmesini sağlamayı yükümlendiklerini, Bu hak ve özgürlükler konusunda ortak bir anlayış oluşturmanın bu yükümlülüğün tam olarak gerçekleşmesi için büyük önem taşıdığını göz önüne alarak, Genel Kurul, Toplumun her bireyi ve her organının bu Bildirgeyi sürekli olarak gözönünde bulundurarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye ve ulusal ve uluslararası geliştirici önlemlerle gerek üye Devlet halkları, gerekse bu Devletlerin yargı yetkisi içindeki ülkele-rin halkları arasında bu hak ve özgürlüklerin evrensel ve etkin biçimde tanınıp gözetilmesini sağlayamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için bir ortak başarı ölçüsü olarak bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder.

Madde 1: Tüm insanlar özgür; onur ve haklar bakımından eşit doğar. Akıl ve vicdanla donatılmış olup birbirlerine karşı bir kardeşlik anlayışıyla davranır.

Madde 2: Herkes; ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ve toplumsal köken, doğuş ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu Bildirgede ileri sürülen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir. Ayrıca ister bağımsız olsun, ister vesayet altında ya da kendi kendini yönetmeyen bir ülke olsun, ister başka bir egemenlik sınırlaması altında bulunsun, bir kimsenin uyruğunda bulunduğu ülke ya da alanın siyasal, hukuksal ya da uluslararası statüsüne dayanarak hiçbir ayrım gözetilemez.

Madde 3: Herkesin yaşama ve kişi özgürlüğü ve güvenliğine hakkı vardır.

Madde 4: Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz; kölelik ve köle ticareti her türüyle yasaktır.

Madde 5: Hiç kimseye işkence ya da zalimce, insanlık dışı ya da onur kırıcı davranış ve ceza uygulanamaz.

Madde 6: Herkesin, nerede olursa olsun yasa önünde bir kişi olarak tanınma hakkı vardır.

Madde 7: Herkes yasa önünde eşittir ve ayrım gözetilmeksizin yasa tarafından eşit korunma hakkı vardır. Herkes, bu Bildirgeye aykırı herhangi bir ayrımcılığa ve ayrım kışkırtıcılığına karşı eşit korunma hakkına sahiptir.

Madde 8: Herkesin anayasa ya da yasayla tanınmış temel haklarını çiğneyen eylemlere karşı yetkili ulusal mahkemeler eliyle etkin bir yargı yoluna başvurma hakkı vardır.

Madde 9: Hiç kimse keyfi olarak yakalanamaz, tutuklanamaz ve sürgün edilemez.

Madde 10: Herkesin, hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine herhangi bir suç yüklenirken tam bir eşitlikle bağımsız ve yansız bir mahkeme tarafından hakça ve açık bir yargılanmaya hakkı vardır.

Madde 11: Kendisine bir suç yüklenen herkesin, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanındığı bir açık yargılanmayla yasaya göre suçluluğu kanıtlanana değin suçsuz sayılma hakkı vardır. Hiç kimse işlendiği sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem ya da kusurdan dolayı suçlu sayılamaz. Kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.

Madde 12: Kimsenin özel yaşamı, ailesi, konutu ya da haberleşmesine keyfi olarak karışılamaz, şeref ve adına saldırılamaz. Herkesin, bu tür karışma ve saldırılara karşı yasa tarafından korunma hakkı vardır.

Madde 13: Herkesin bir Devletin sınırları içinde yer değiştirme ve oturma özgürlüğüne hakkı vardır. Herkes, kendi ülkesi de dahil, herhangi bir ülkeden ayrılma ve ülkesine dönme hakkına sahiptir.

Madde 14: Herkesin, zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır. Gerçekten siyasal nitelik taşımayan suçlardan ya da Birleşmiş Milletlerin amaç ve ilkelerine aykırı eylemlerden doğan kovuşturma durumunda bu haktan yararlanılamaz.

Madde 15: Herkesin bir uyrukluğa hakkı vardır. Kimse keyfi olarak uyrukluğundan yoksun bırakılamaz. Kimsenin uyrukluğunu değiştirme hakkı yadsınamaz.

Madde 16: Evlenme çağındaki erkeklerle kadınların, ırk, uyrukluk ya da din bakımından sınırlamalar yapılmaksızın evlenmeye ve bir aile kurmaya hakkı vardır. Evlenirken, evlilik sırasında ve evliliğin bozulmasına ilişkin hakları eşittir. Evlenme bağıtı, ancak istekli eşlerin özgür ve tam oluruyla yapılır. Aile, toplumun doğal ve temel birimidir ve toplum ve Devlet tarafından korunur.

Madde 17: Herkesin, tek başına ya da başkalarıyla birlikte, mülkiyet vardır. Kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz.

Madde 18: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğü vardır. Bu hak, din inancını değiştirme özgürlüğünü ve din ya da inancını, tek başına ya da topluca ve açık ya da özel olarak öğretme, uygulama, tören ve ibadet yoluyla açıklama özgürlüğünü içerir.

Madde 19: Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, karışmasız görüş edinme ve herhangi bir yoldan ve hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir.

Madde 20: Herkes, barışçı bir şekilde toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir. Hiç kimse, bir derneğe girmeye zorlanamaz.

Madde 21: Herkes, doğrudan ya da özgürce seçilmiş temsilciler aracılığıyla ülkenin yönetimine katılma hakkına sahiptir. Herkesin, ülkesinin kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanma hakkı vardır. Halkın iradesi, yönetim otoritesinin temelidir. Bu irade, genel ve eşit, gizli ve özgür oya dayalı dönemsel ve gerçek seçimlerle belirtilir.

Madde 22: Herkesin bir toplum üyesi olarak, toplumsal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çaba ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgüt ve kaynaklarına göre herkes onur ve kişiliğinin özgür gelişmesinin ayrılmaz bir üyesi olarak ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarının gerçekleşmesi hakkına sahiptir.

Madde 23: Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır. Herkesin herhangi bir ayrım gözetilmeksizin eşit iş için eşit ücrete hakkı vardır. Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gereğinde başka toplumsal koruma yoluyla desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır. Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma ya da sendikaya üye olma hakkı vardır.

Madde 24: Herkesin, iş saatlerinin makul ölçüde sınırlandırılması ve ücretli dönemsel tatiller dahil, dinlenme ve boş zaman hakkı vardır.

Madde 25: Herkesin, kendisi ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes; işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi denetiminin dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir. Analar ve çocukların özel bakım ve yardım hakları vardır. Tüm çocuklar, evlilik içi ya da dışı doğmuş olmalarına bakılmaksızın, aynı toplumsal korumadan yararlanır.

Madde 26: Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim yeteneğe göre herkese eşit olarak sağlanır. Eğitim, insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yöneliktir. Eğitim, tüm uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirir ve Birleşmiş Milletlerin, barışın korunması yolundaki etkinliklerini daha da geliştirir. Ana babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikle hak sahibidir.

Madde 27: Herkes, toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma ve sanattan yararlanma ve bilimsel gelişmeye katılarak, yararlarını paylaşma hakkına sahiptir. Herkes, yaratıcısı olduğu bilim, yazın ve sanat ürünlerinden doğan manevi ve maddi çıkarlarının korunması hakkına sahiptir.

Madde 28: Herkes, bu Bildirgede öngörülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzen hakkına sahiptir.

Madde 29: Herkesin, kişiliğinin özgürce ve tam gelişmesine olanak veren topluma karşı ödevleri vardır. Herkes, hak ve özgürlüklerini kullanırken, ancak başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınması ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refah gereklerinin karşılanması amacıyla yasayla belirlenmiş sınırlamalara bağlı olabilir. Bu hak ve özgürlükler, hiçbir koşulda Birleşmiş Milletler'in amaç ve ilkelerine aykırı olarak kullanılamaz.

Madde 30: Bu Bildirgenin hiçbir hükmü, herhangi bir Devlet, grup ya da burada ileri sürülen hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yokedilmesini amaçlayan herhangi bir etkinlikte ve eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.


İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A (III) sayılı kararı ile benimsendi ve ilan edildi. Türkiye'nin imzası, Resmi Gazete'de 27 Mayıs 1949'da yayınlandı. Ve neredeyse tamamı kâğıt üzerinde kaldı.
--

*** Düşünen Sahip Olduğu Nimetin Farkına Varır***

İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:
– Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.. Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaştı:

– Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?

Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:

– Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple Onu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde Onu tanıma sevinci, dilinde de Ona şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor da:

– Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun! Diye teşekkürden kendimi alamıyorum.

Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa aleyhisselam:

– Ver şu elini öyle ise! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.

Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:

– Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygamber değil misin? der. İsa Peygamber:

– Belli olmuyor mu? deyince:

– Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden Hz. İsa:

– Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! Deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar.

Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:

– Ey Allahın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O'ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O'na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki:

– Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?

Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allahın Nebisi işaret eder:

– Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!..

Derler ki:

– Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç birimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.

– Öyle ise, der, tefekkür edin, siz de düşünün.

Sözünü şöyle bağlar Allahın Nebi'si:

– Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!

Ahmed Şahin

6 Haz 2008

Bush Fıkrası...

Bush ve Şoförü

George W. Bush şoförüyle bir kır gezisine çıkar. Arabayla giderken bir tavuğu ezerler.

Meseleyi tavuğun sahibi olan çiftçiye kim anlatacak diye düşünürken Bush âlicenap

bir tavırla şoförüne şöyle der:

"Bana bırak. Ben Dünyanın en güçlü adamıyım. Çiftçi bana muhakkak anlayış gösterecektir. "

Bush çiftçinin evine girer ve bir dakika sonra da nefes nefese koşarak geri döner.

Göz morarmış, surat dağılmış haldedir. Şoförüne "Çabuk toz olalım burdan!" der.

Aksilik bu ya, arabayla daha 20 metre gitmeden bu defa da orada gezen bir domuzu ezerler. Bush

korkulu gözlerle şoförüne bakar ve "Şimdi adama gidip söyleme sırası sende!" der.

Şoför çiftliğe gider. Bush da arabada bekler. 10 dakika, 20 dakika 30 dakika derken... Şoför bir saat

sonra şarkı söyleyerek, gülerek, cepleri para dolu ve kolunda irice bir meyve sepeti ile geri gelir.

Bush şaşkın bir halde sorar: "Çiftçiye ne dedin ki bu kadar ikrama boğdu seni?"

"Valla ben de anlamadım" der Şoför. "Ben ona sadece şöyle dedim:

- Iyi günler, Ben George Bush'un şoförüyüm. Domuz öldü!

İntifadayı desteklemeyen onursuzdur!

Bu bir projedir.

Bu projenin kullandığı dildeki liberalizm, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi temel kavramlar kuşatmanın yapı taşlarıdır.

Mesele sadece İslam coğrafyasındaki enerji havzalarının bu eli kanlı çete tarafından kontrolü müdür?

Elbette değil. Bin yıllık bu savaşın günümüzdeki yeni evresinde temel hedefler değişmemiştir.

Meseleye vahyi ölçülerde bir anlayışla, aracısız, baktığınızda egemenlerin ne düzeyde bir kuşatma ile bir kez daha Müslümanların karşısına dikildiğini görebilirsiniz.

Bu kuşatmaya hangi enstümanla direneceğimize dair bir ipucu tespitte saklıdır.

Fethullah Gülen cemaati 80'li yıllarda ve özellikle 2001'den sonra bu projeye, gönüllü, eklemlenmiştir.

Tehvid sosuna bulanmış şirk bir haysiyet intiharı değil midir?

Kulu bir başka dünyevi iktidara mahkum kılan bu anlayışın küreselleşme adındaki gözü dönmüş canavarla yan yana durmadığını kim nasıl savunabilir?

Biriniz kalkın köşelerinizde Filistin'i açıkça savunun.

Savunduğunuzu mu savunuyorsunuz?

O halde Fatih Üniversitesi'nde başörtülü bir kız neden Filistin'de bebekleri katleden İsrail'in Başkonsolosu'nun önünde eğilip ona çiçek sunmak zorunda bırakılıyor?

Bunu biz Müslümanlara nasıl izah

edeceksiniz?

Haysiyetsizleştirilmek budur...

Elbette o başörtülü o kıza tepki duymuyorum.

Emir ve komuta...

Oysa Müslümanlık bireysel özgürlük değil midir?

İslam bir gizli devrim değil kişisel bir

isyandır.

İslam köleleştirmez özgürleştirir.

Amerika Irak'ta bir milyondan fazla Müslüman'ı katletti.

Telafer'de ramazan ayında iftar sofrasından kaldırılıp topluca tecavüz edilen o çocuklar ve anneleri için bu gözü dönmüş katillere lanet okumak gerekmez mi?

"Dick Cheney'nin ayağına

gittiniz" dedim.

Giden isim kendisinin olmadığını iddia etti. Bu köşede derhal düzeltmesini yayınladım.

Peki cemaatten hiç kimsenin eli kanlı Müslüman katili Cheney'nin başdanışmanlarına ve diğer adamlarının ayağına gitmediğini savunabilir misiniz?

Bu dünyada özgürlük adına, bedenine bomba bağlayıp şehadete eren adlarını bile bilmediğimiz binlerce Müslüman var.

Haysiyet budur. O kişisel bir isyandır. Gücünü de Kuran'dan alır. Hesabını da sadece Allah(c.c.)'a verir.

Siz ne yapıyorsunuz? Bu egemen yapıya biat eden; sessiz kalan başta kendisine samimiyetsiz bir anlayış inşa ediyorsunuz.

Burada inanan Müslümanları değil, siz tepedeki kanaat önderlerini itham ediyorum.

Benim bu ülkeye dair onulmaz aşkım özgürlük türküsünü söyleyebilmiş olmasıdır. Akif bunu anlatır.

O nedenle sadece Kur'an-ı Kerim'i okuyarak, sadece Allah'a(c.c.) hesap vererek tevhide ulaşılabileceğine inanıyorum.

İslam'ın bir isyan olduğunu ruhumda hissedip eli kanlı katillere; Amerika'ya ve İsrail'e kelimelerle saldırabiliyorum.

Bu vatanı gerçek İslam adına değil, küresel bir ihalenin müteahhidleri olarak parçalamaya soyunmanıza ise katlanamıyorum.

İntifadayı açıkça ve dürüstçe sahiplenemeyen bir Müslüman'ın önce haysiyetsiz olduğunu düşünüyorum.

Lafım bu size..

Ki yeter...

Serdar AKİNAN / Akşam

Neden hiçkimse önder savı kutlamadı?!

(sayın sait çamlıca beyden farklı bir bakış açısı okumak lazım kanaatimce)


Neden hiç kimse Önder Sav'ı kutlamadı?
Öyle bir tepki verdi ki herkes. Şaşırdım!

Sanki CHP tarihinde ilk defa birileri "Hac ibadetini" küçümsemiş…

Sanki CHP tarihinde ilk defa birileri Peygamberimize dil uzatmış gibi davranmanın bir anlamı yok ki…

"Din"li olmak kadar, dinsiz olmakta, hatta din düşmanı olmakta bir özgürlük değil mi?

Hz. Peygamber'e "çöl bedevisi" diyenler aynı kafanın ürünü değil miydi sanki? Başını örtmek isteyen kızları Arabistan'a gönderme hayali kuranların, "Hac ibadetini" Araplara para kaptırmak olarak değerlendirmesine şaşırmamak gerek.

Birçoğu hala hayatta olan dedelerinizden dinlemediniz mi CHP kafası hikayelerini… Rahmetli dedem Cuma namazını gittiği için öğretmeninden yediği şamar sonrası okuldan kaçmış bir daha okula gitmemiş.

CHP kafasından bu milletin neler çektiğini unutmuş gibi tepki göstermenin bir anlamı yok…

Ezanlar Türkçe okutulmadı mı yıllarca?

Camiler ahıra çevrilmedi mi?

Kuran öğrenmek isteyenlere baskılar yapılmadı mı?

Sadece baskı hikayeleri değil. Şiirleriyle bile alay etmediler bu milletin manevi ve maddi değerleriyle. CHP kafası ürünü meşhur şiiri ilk okuduğumda midem bulanmıştı. Önder Sav'ın tepkisine midem bulanmadı. Öyle düşündüğünü biliyordum zaten.

Ne örümcek, ne yosun.

Ne mucize, ne fusun.

Kabe Arabın olsun

Çankaya bize yeter!

Keşke tüm CHP'liler Önder Sav gibi açık sözlü olsalar. Meydanlara çıkıp, dine bakış açılarını kafalarının içindeki gibi anlatsalar. 1950 öncesi yılları nasıl özlediklerini bağıra bağıra meydanlarda söyleyebilseler. Camiye, cenazeler dışında, uğramasalar bile "Türkçe ezan sesini" nasıl özlediklerini meydanlarda söyleseler.

Başörtüsü yasasının meclisinden geçmemesi için uğraşan, Anayasa Mahkemesine müracaat eden, sonrada seçim afişlerinde örtüyü kullanan iki yüzlü CHP'lilere kızmak varken, içindekini açıkça söyleyen Önder Sav'a niçin kızıyoruz ki?

Herkes bizim gibi düşünmek zorunda değil ya?

Herkes için Hac ibadeti kutsal bir dini görev olmak zorunda değil ya?

Önder Sav bizim Peygamberimizi sevmek zorunda değil ki?

Bende herkes gibi Önder Sav'a kızdım. Ancak inanın benim gibi düşünmediği için kızmadım. Kameraları fark etmedim dediği için kızdım. Yani kameranın açık olduğu yerde başka, kapalı olduğu yerde başka konuştuğunu itiraf etmesine tepki göstermemiz gerek.

"Muhammed sizi bırakmaz!" derken Hz. Peygamberin gelmiş geçmiş en etkili insan olduğunu da itiraf etmiş oldu aslında. Önder Sav aslında şunu demek istiyor;

Siz ömrünüzün altmış yılını bile CHP içinde ve CHP'ye hizmet ederek geçirmiş olsanız bile, Hz. Muhammed o kadar etkili bir insandır ki, O'nu ziyaret eden O'nu ve O'nun yolunu bir daha bırakmaz.

Deniz Baykal'ın Önder Sav'ı partiden ihraç edeceğini düşünme gafletinde kimse bulunmasın. Deniz Baykal, Önder Sav'dan farklı bir bakış açısına sahip değil ki O'nu partisinden uzaklaştırsın.

Önder Sav'ı üç sebepten dolayı kutlamak gerek!

Bir: Açık sözlülüğü için tebrik etmek gerek. İçinden geleni söylemiş.

İki: Daha da önemlisi CHP'ye verdiği zarar için tebrik etmek gerek! Bin tane CHP düşmanı günlerce mücadele etse, CHP'nin çirkin yüzünü milletin bu kadar açık bir şekilde tekrar görmesini sağlayamazdı!

Üç: Peygamberimizin ne kadar etkili bir insan olduğunu bildiği için.

Bence Önder Sav'ı kutlayın!

5 Haz 2008

Dini özgürlüklerle ilgili sorunlar var!




Türkiye'de din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili sorunlar var mı? Yok diyebilir misiniz?
Eğer yok diyorsanız, başörtüsü ya da türban sorunu ne olacak?
Bundan dolayı yıllardır üniversiteye giremeyen kız öğrencilerin bu sorunun bir parçası olmadığını öne sürebilir misiniz?
Din eğitimi konusunun bu ülkede bunca yıldır yerli yerine oturduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu bakımdan, kendi çocuklarının daha dindar yetişmesini isteyen ailelerin din eğitimiyle ilgili olarak çok uzun yıllardır devletle bazı dertleri olduğunu unutabilir misiniz?
Kuran kursları olsun, İmam Hatipler olsun, din eğitimiyle doğrudan ilgili bu alanlarda ne zamandan beri yaşanan tartışmaları yok sayabilir misiniz?
Ve bu tartışmalar, din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili değil midir?
Cemaat ve tarikatlar açısından sorunsuz bir Türkiye'de yaşadığımızı iddia edebilir misiniz?
Cemaat ve tarikatlar bin yıldır bu toprakların bir gerçeği iken onları yok saymak, yer altına itmek, bu ülkede din özgürlüğü, vicdan özgürlüğü alanlarında sorun yaratmıyor mu?
Cemaat ve tarikatları yok saymakla, tekke ve zaviyeleri kapatmış olmakla, özellikle sosyolojik bakımdan hiçbir şeyin yok olup gitmediği, devletle yaşanan sürtüşmelerin din ve vicdan özgürlüğü alanında sorunlara yol açtığı bilinmiyor mu?
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri geçerli olan laiklik anlayışı ya da tepeden, devlet tarafından kontrol altında tutulmaya çalışılan din kurumu bu ülkede birçok soruna kaynaklık etmiyor mu?
Etmediğini iddia edebilir misiniz?
Edebiliyorsanız, başörtüsü ya da türban sorunu ne oluyor?
Edebiliyorsanız, yüzde 47 oy almış bir iktidar partisinin özellikle türbandan hareketle kapatılması nasıl gündeme gelebiliyor?
Dini özgürlüklere ilgili herhangi bir sorun yoksa, başını inancının bir gereği olarak örtenlere üniversite kapıları nasıl kapatılabiliyor ve bu yasak Türkiye'yi derinden nasıl sarsabiliyor?
Ve son bir nokta:
"Eşi türbanlı olan Cumhurbaşkanı olamaz!" diye yargısıyla, askeriyle kazan kaldırılan, 367 gibi hukuk skandalları, 27 Nisan Muhtırası gibi demokrasi ayıpları yaşanan bir ülkede daha hâlâ "Din özgürlüğüyle ilgili sorun yoktur!" desen de kolay kolay inandırıcı olabileceğini sanmıyorum.
Evet, bu ülkede seksen bin cami var. Günde beş vakit ezan da okunur bu ülkede. Cuma'ya da serbestçe gidilir. Oruç da tutulur. Kimse kimseye karışamaz. Türkiye'de Müslümanlar ibadet açısından elbette özgürdür.
Ancak sorunlar yok değildir.
Din eğitimi hâlâ yerli yerine oturtulamadığı için vardır. Devlet din kurumuna fazla karıştığı için vardır. Laiklik anlayışı tepeden inme olduğu için vardır.
Ya da din-devlet ilişkilerinin yapısı fazla otoriter olduğu için vardır. Din-devlet ilişkilerinin otoriter yapısı daha fazla demokrasi ile tanıştırılamadığı için vardır.
Bu arada bütün bu sorunlar neden vardır sorusunun bir yanıtı daha vardır akılda tutulması gereken:
Bütün bu sorunlar bastırıldığı için, bütün bu sorunlar ve çözüm yolları serbestçe tartıştırılmadığı için, tabular ve yasaklarla özgür tartışma ortamı bir 'kışla düzeni'nde cendereye alındığı için, toplumun kreması sayılanlar fena halde cahil bırakıldığı için, dini özgürlüklerle ilgili sorunlar Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan beri başımızdan eksik olmamıştır.
İşte bu nedenlerle, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın Avrupa Parlamentosu'nda bir soruyu yanıtlarken, "Türkiye'de Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor" demesine bu denli tepki göstermek yanlıştır, ölçüyü kaçırmaktır.

Namaz kılan memurun akıbeti ne olur?


Bu soruyu devam ettirelim...

Namaz kılan generalin akıbeti ne olur?

Namaz kılan öğretim üyesinin akıbeti ne olur?

Namaz kılan futbolcunun akıbeti ne olur?

Namaz kılan valinin akıbeti ne olur?

Namaz kılan bir siyasetçinin akıbeti ne olur?

Namaz kılan medya mensubunun akıbeti ne olur?

Bu soruları siyasi bir üyeliği olmadığı halde başını örten bayanlar içinde soralım....

Elini vicdanına koyanlar birçok engellerle karşılaşacaklarını, etiketleneceklerini, yargısız infaza maruz kalacaklarını ve tasfiye edileceklerini söyleyecektir. Ama kapıcı, odacı, hizmetli olmakla yetinirse hiç bir şekilde karışılmayacağı söylenecektir.

Dini duyarlılığı olan çoğunluk çalışmalı ve üretmeli, üretmeden tüketen mutlu elitist azınlık yemeli. Bu imtiyazlı yapılanmanın devam etmesi eşyanın tabiatına aykırıdır."Sen çalış ben yiyeyim aç gözlülüğü" Fransız ihtilâli ve Bolşevik devriminin ana sebebi değil mi?

Silahlı kuvvetlerden yargı yolu kapalı bir şekilde yani YAŞ kararı ile tasfiye edilenler "Ben disiplinsiz değilim" isimli bir kitap yazdılar hangi yayınevine gittilerse yayınlatamadılar. Kendi imkânları ile kitabı zorlukla bastırdılar.

Şimdi Dışişleri Bakanı Sayın Babacan'ın "Türkiye'de çoğunluğunda din özgürlüğü sorunu vardır" dedi diyerek medya terörü başlatıldı. Camiler açıkmış, Hac serbestmiş.

Bir Subay liyakati olduğu halde terfi ettirilmiyorsa, Bir memur liyakati olduğu halde yükselmesi eşinin başörtüsü nedeniyle engelleniyorsa bu özgürlük sorunu değil mi?

Lütfen 'Ama onlar tarikatçı' demeyin yasalarda olmayan bir suçla bir insanın önü tıkanıyorsa bu davranış en basit ifade ile zalimliktir. Yasa dışı işler yapanları saptayamayan devlet aczini niyet okuyarak hüküm verme adaletsizliği ve hukuksuzluğu ile giderebilir mi?

Niyetler mahkûm edilebilir mi?

Niyet okuyarak bir insana irticacı deniyorsa bunun adı İrtica Paranoyasıdır.

Niyet okuyarak bir insana bölücü deniyorsa bunun adı Bölücülük Paranoyasıdır.

Niyet okuyarak gazete kupürleri ile Parti kapatılırsa bunun adı Yargı Paranoyasıdır.

Niyet okuyarak bir subayın terfisi engellenirse bunun adı Askeri Paranoyadır.

Hitler, Stalin paranoid kişilerdi dünyayı kana buladılar ve korktuklarını kendilerine çektiler.

Bu ülkede subayın, öğretmenin, doktorun, mühendisin dindar olma hakkı resmen engellenmiyor.

Ancak sistemin ikiyüzlü işleyen şekli nedeniyle Kürt kökenli ve dindar kişilerin çaktırmadan önü tıkanıyor.

'Özgürlük sorunu' var mıdır? Maalesef vardır. Son on yılda din ve inançları engellendiği için Depresyona giren hastalarımızın hikâyeleri 12 Eylül hikâyeleri gibi yakında vizyonda olacaktır.

Abdülhamid döneminde namaz kılmayanlar paşa olamıyormuş şimdi yazılı olmayan kurallar tersine işledi diyenlerin elinde pek çok kanıt var.

"Benim Dedemde müftü idi" muhabbeti hiç inandırıcı değil.

Dindar insan görünce 220 volt elektriğe tutulmuş gibi olanlar sağlıklı düşünemezler.

Kendi din anlayışlarını temel alarak yapılan yorumlar empatiden yoksundur.

Dört tane polisin ortasında başörtüsü çekiştirilen kız öğrenci resmi 28 Şubat utancının simgesi oldu.

Bir dine inanma ve inanmama özgürlüğü,

İnançlarından dolayı kınamaya maruz kalmama özgürlüğü,

İnandığı dinin esaslarını öğrenme özgürlüğü,

İnandığı dinin ibadetlerini yapma özgürlüğü,

İnandığı dinin değerlerini başkalarına anlatma, çocuklarına öğretme özgürlüğü gibi her bir maddede özgürlükler incelenirse çok sabıkalı olduğumuz anlaşılır.

Lütfen özgürlük rolü oynamayalım dürüst olalım.

Dindarlığa siyasi anlam yükleme biçimindeki psikolojik savaş taktiklerine rağmen toplumun çoğunluğu ve Diyanet kurulları baş örtmeyi dini vecibe olarak kabul ediyor.

Dini vicdana hapsetme talebi dindar bir insan için psikolojik taciz anlamına gelir. Türkiye'de resmi uygulamalarla "Mobbing" e maruz kalan dini duyarlılığı olan insanlar artık demokratik tepkilerini ve sivil itaatsizliklerini göstermeliler.

Demokrasi çağında yaşıyoruz "Mehdi gelecek kurtaracak" diyenlere geçmiş olsun demek durumundayız. Bu konu demokratik duruşlarla çözüme kavuşmalı, tartışılmalı, özeleştiri ve derin düşünme kültürü ile kaygılı olanlarında endişeleri göz önüne alınmalı.

Aksi takdirde zaman ve enerjimizi tüketmeye devam ederiz.

Siyasetçilerin şapkasını alıp gitmesini bekleyenlerin oyunu ancak böyle bozulur.

Başbakan, Kâfirin Dergisinde İslâm Aleyhine Konuşuyor

- Basın Açıklaması -

Başbakan, Kâfirin Dergisinde İslâm Aleyhine Konuşuyor
Başbakan Recep Erdoğan, AKP'nin Anayasa Mahkemesi'ne ön savunmasını
sunduğu günün sabahı, Newsweek Dergisi'ne bir demeç verdi. Demecin
özet metninde bilinen bazı ibretlik gerçekleri biraz daha açık
ifadelerle tekrar dile getirdi.

Başbakan demecinde; İslâm ile modernitenin bir arada bulunup
bulunamayacağına ilişkin soruya verdiği cevapta, Türkiye'nin kimsenin
inanamadığı bir başarı kaydettiğini ve bu başarının, "İslâm,
demokrasi, laiklik ve modernite arasında bir denge" kurmak olduğunu
söyledi. Oysa İslâm; akîdesi, ahkâmı ve nizamları ile eşsiz ve
özeldir, hiçbir eksiği bulunmayan mükemmel bir yapıdadır. Varlığının
temel karakteri olan mutlak doğruluk ve mükemmellik gereğince, kendisi
hâricindeki tüm fikirleri, mefhumları, hükümleri, inançları ve
nizamları keskin bir şekilde reddeder. Dolayısıyla demokrasi ve
laiklik (dinsizlik) gibi küfür fikirleri ile bağdaştırılmayı,
uyumlaştırılmayı, karşılaştırılmayı ve kendisi ile diğerleri arasında
denge kurulmasını asla kabul etmez. Modernite konusunda ise, bunun
mubah dâiresinde kalmak ve kendisine asla çelişmemek şartlarıyla izin
verir. Bunun için Başbakan'ın bahsettiği bu denge, saçmalıktır ve
İslâm ile alâkası yoktur. İslâm'ın değil, İslâm'ı ılımlılaştırmaya
uğraşan Kâfir Batı'nın çıkarınadır.

Yine Başbakan, kendilerinin Batı'da daima "din kökenli" bir parti
olarak tasvir edildiğini, oysa AKP'nin, "yalnızca dindar muhâfazakâr
insanların değil, sıradan Türklerin partisi" olduğunu, bu haliyle
Türkiye'nin, demokrasisi ile İslâm Âlemi'nin kalanı için bir ilham
kaynağı olduğunu söylemektedir. Oysa İslâm'a dayalı olmayan tüm
partiler küfür partileridir. Bu da Başbakan'ın, partisini gerçek vasfı
ile bir küfür partisi olarak itiraf ettiği anlamına gelmektedir.
Dünyada ilk kez iktidar partisine kapatma davası açılan demokrasisi
ile mi Türkiye, İslâm Âlemi'ne ilham kaynağı olmaktadır, sorusuna
yanıt vermesi gereken Erdoğan, bu söylemin kendisine değil,
Amerika'daki politika üreticilerden aldığı ilhama dayalı olduğunu
itiraf etme cüretini ise gösterememiştir. İslâm Âlemi'ne dayatılmak
istenen demokrasinin gerçek yüzünü görmek isteyenler, bunu İslâm
Âlemi'nin kanayan her bir yarasında açıkça görebilmektedir.

İslâm hakkında yeniden düşünülmesine yaptığı çağrı hakkındaki soruya
ise, politikacılar olarak bu tartışmaya girmeye hakları olmadığını,
ancak kadının toplumdaki yeri hakkında konuşabileceklerini, meselâ
Türkiye'de kadının siyâsî hayatta aktif bir parça olabilmesinin en iyi
yolunun AKP olduğunu, çünkü en çok kadın milletvekiline kendilerinin
sahip olduğunu söyleyerek cevap veriyordu. Oysa İslâm, kadının
toplumdaki yerini, İslâm'dan uzak politikacıların asla ağızlarına
alamayacakları netlikte açıklığa kavuşturmuş, kadının yönetim işlerini
üstlenmesini haram kılmıştır.

Hayatı boyunca Türkiye'de dînî tutumlarda yaşanan değişiklikler
hakkında sorulan soruya da, dînin hükümlerinin aynı kaldığını, ancak
insanların dîne yönelik tutumlarında değişiklik meydana geldiğini,
ülkelerin medenîleşmesinin beraberinde artan bir servet ve farklı bir
hayat anlayışı getirdiğini, oysa insanların geçmişte alternatifleri
bulunmadığını, kendilerinin gayri-müslimler için de özgürlükler
tanıdığını, meselâ inşa yönetmeliğine "mescit" yerine "ibadethane"
ifadesini koyduklarını, Van'daki Ermeni kilisesi için devletin
parasından verdiklerini ve dînî vakıfların (devlet tarafından el
konulmuş mülklerini geri almalarına) yardım edecek şekilde yasa
değişikliği yaptıklarını söylemiştir. Oysa sorulan soru ile verilen
cevap arasında çelişki vardır. Başbakan bu soruya, başında bulunduğu
Laik (Dinsiz) devletin İslâm'a bakışı ve muâmelesi, İslâm'ın
hükümlerinin uygulanması ve uygulanmasına çağıranlara zulmü açısından
yaklaşmalı, özel olarak başörtüsü, Kur'ân kursları ve benzeri bâriz
yasakları dile getirmeliyken, belki de Kâfirlere yaranmak ve
dînlerinin güvencesi hakkında mutmain kılmak için aslî mecranın dışına
çıkmakta bir beis görmemektedir.

Türkiye'nin, kısa süre önce Suriye ile Yahudi varlığı arasındaki
müzâkereleri kolaylaştırmadaki rolü hakkındaki soruya ise,
politikalarının "düşman kazanmak değil, dost kazanmak" olduğunu, hem
Suriye hem de Yahudi varlığı ile iyi ilişkilerinden dolayı her iki
taraftan da kendilerine talep geldiğini... kendileri için önemli
olanın Ortadoğu'da barışa zemin hazırlamak olduğunu söyleyerek cevap
verdi. Hatta bir diğer soruya verdiği cevapta, barışa yönelik en büyük
umudunun, -Gazze'de mâsum sivillerin katledildiğini kendi diliyle
hatırlattığı halde- Yahudi varlığının Batı Şeria'da aşırı güç
kullanımını durdurmuş olması olduğunu söyledi. Oysa Yahudi varlığının
gaspını, katliamlarını, zulümlerini, iki yüzlülüğünü ve sözünden
dönüşlerini kendisi herkesten daha iyi bilir. Yine de "barış
istiyoruz, dost kazanmak istiyoruz" gibi içi boş söylemlerle bu utanç
verici tutumunu haklı göstermeye çalışması karşısında, Rabbimiz
[Subhânehu ve Te'alâ]'nın şu kavlini hatırlatmaktan başka bir şey
söylemek istemiyoruz:

أَفَمَن شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِّن
رَّبِّهِ فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ
أُوْلَئِكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ

"Allah her kimin gönlünü İslâm'a açmış ise işte o, Rabbinden bir nûr
üzere olmaz mı hiç? Artık Allah'ın zikri (İslâm) hususunda kalpleri
katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte onlar, apaçık bir sapıklık
içindedirler." [ez-Zumer 22]

Namaz ve Oruç

Namaz mü´minin nurudur. Oruç ta cehennemden bir siperdir (kalkandır)."
(İbn-i Mace)

Namaz, kulun Rabbi ile iletişim kurmasıdır. Allah´ın huzurunda kulluğunu bilinçli şekilde ifade etme halidir.

İnsanı Rabbi ile irtibatlandıran namaz, insan için çok nurlu bir atmosfer, kalbi ve gönlü aydınlatıcı manevi bir süreçtir.

Bu sebeple Peygamberimiz, namaz mü´minin nurudur, ışığıdır, aydınlığıdır, buyurmuştur. Orucun ise, ibadetler içinde farklı bir fonksiyonu vardır. O da kulu cehennemden koruyan bir siper, azap ateşinden kurtaran bir kalkan hükmündedir.


İlmin önemi….

"Kim ilim öğrenmek için bir yola girerse, Allah ona cennete girecek yolu kolaylaştırır." (Müslim)

"İlim öğrenmek için yola çıkan kimse, evine geri dönünceye kadar Allah yolundadır." (Tirmizi)

"Alimin ibadetle meşgul olan kimseye olan üstünlüğü, benim en düşük derecelinize karşı olan üstünlüğüm gibidir." (Tirmizi)



Üç Altın Özellik...

Ebu Hureyre´den:

"Sadaka maldan bir şeyi azaltmaz.

Allah Teala, insanları affetmesi sebebiyle, bir kulunun izzet ve şerefini mutlaka artırır.

Allah için alçakgönüllü davranan kimseyi de Allah muhakkak yükseltir."

(Müslim/Birr 69, Tirmizi/Birr 82, Muvatta´/Sadaka 12)

Sadaka vermek, sanıldığı gibi malı eksiltmez. Allah onu başka bir şekilde telafi ettiği gibi, üstelik artmasını da sağlar. İnsanın bu duyguya kapılmasına sebep, nefsinin cimriliğidir.

Kendine karşı hata ve zulüm işleyen birini affetmek; asla affeden insanın ne onurunu, ne şerefini eksiltir. Aksine insanî yönünü daha da yüceltir.

Alçak gönüllü ve tevazu sahibi olmak ta, insanlar arasında daha sevimli, saygılı, etkili, itibarlı olmayı netice verir.


Hardal tanesi kadar kibir ...

Abdullah bin Selam, bir gün, sırtında bir bağ odun olduğu halde çarşıya uğradı.

(Kendisini bu halde görenler):
- Allah seni, böyle bir işe muhtaç kılmadığı halde, seni bunu yapmaya yönelten şey nedir? diye sordular.

Abdullah bin Selam, şu cevabı verdi:
- Ben, içimden kibri atmak istedim. Çünkü Allah Resûlünün: "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse, cennete giremez." buyurduğunu işittim. (Taberani, Esbehani)

Olgun mü´min, kendinde olan meziyet ve nimetleri nefsine vermez; Allah´ın lütuf ve ihsanı olarak kabul eder. Bu sebeple de kibre ve gurura kapılmaz.

Güzel ahlak sahipleri, sahip oldukları meziyetler ve faziletlerle, işledikleri iyi amellerle, kendilerini devamlı Allah´a sevdirmeye muvaffak olurlar.


Güler Yüz ve Güzel Huy ...

"Gerçekten siz, mallarınızla insanları (memnun etmeğe) güç getiremezsiniz.
Ancak, onları güler yüz ve güzel huyunuzla kendinizden memnun bırakabilirsiniz."

(Ebu Ya´la, Bezzar)

İnsanların maddi yönden yardımına koşmaya, herkesin ekonomik geliri ve malî gücü yetmeyebilir. Ama zengin, fakir herkesin yapabileceği, -bende yok- demeyeceği bir yardım çeşidi vardır ki, bu iyiliği, istisnasız herkes yapabilir.

Bu iyilik çeşidi de, hayatta karşılaştığı tüm insanlara güler yüz göstermektir, muhataba neşe ve moral vermektir.

Diğer bir iyilikte, insanlarla güzel huylu olarak ilişki kurmaktır. Güzel huylu insanın, ilişki kurduğu kimseye pek çok faydası ve iyiliği dokunabilir. Örneklik sergileyebilir. Şu halde insanlara maddi iyilikte bulunamayanlar, güler yüzleri, tatlı sözleri ve güzel huylarıyla onları kendilerinden memnun bırakabilirler.


Efendimiz’den 3 Altın Tavsiye ...

"Ya Eba Zer!

Ne tedbirli olmak gibi bir akıllılık,

Ne haramdan kaçınmak gibi bir Allah´a bağlılık,

Ne de güzel ahlak sahibi olmak gibi bir dindarlık söz konusu olabilir." (İbn-i Hibban)

Bu hadiste, mü´mine 3 önemli tavsiye yapılmaktadır.

Birincisi, her konuda tedbiri elden bırakmamaktır. Tedbirli hareket eden kimseden daha akıllı bir insan düşünülemez. Tedbir, aklı kullanmanın zirvesidir.

İkincisi, haramdan kaçınmaktan daha üstün Allah´a bağlılık tasavvur edilemez. İnsan nefsi haramlara meyillidir. Haramdan korunmak nefisle ciddi bir mücadeleyi ve sabrı gerektirir. Bunu ise Allah´a tam bağlı takva sahipleri yapabilirler.

Üçüncüsü de, güzel ahlak sahibi olmaktan daha üstün bir dindarlık söz konusu olamaz. Bilinçli dindarlık, ancak güzel ahlâk sahibi olmakla tamamlanır.


Ey kardeşcağızım! Bizi duandan unutma ...

Ömer bin Hattab anlatıyor:
"Resûlullah Efendimizden, Umre yapmak için izin istedim.

Bana izin verdikten sonra,

- Ey kardeşcağızım! Bizi duandan unutma, buyurdu.

Allah Resûlu bana öyle bir söz söylemişti ki, o söze karşılık tüm dünya benim olsaydı, beni bu kadar sevindiremezdi."

(Ebu Davud - 1498; Tirmizi - 3562)

Allah Resûlünün bu sözü duanın önemini ve yüksek faziletini ortaya koymaktadır.

Duaya ihtiyaç duymayacak bir kimse olsaydı, bu hiç şüphesiz Allah Resûlü olurdu. Zira, Allah onu en sevdiği varlık yapmış; onun her dileğini kabul etmiş, her isteğini yerine getirmişti. Böyle iken, Allah Resûlü Hz. Ömer´den "Bizi duandan unutma" buyurmaktadır. Bu hadiste, "büyük zatlar, Allah katında kazanacakları mevkii kazanmışlardır, onların bizim duamıza ihtiyacı yoktur; bilakis bizler onların duasına muhtacız" şeklinde akla gelebilecek düşüncelerin de yanlışlığına işaret olunmaktadır.

Dua, her an, herkes için gerekli bir ibadettir.


Şayet yemin etmem gerekirse...

Nefsimin kudreti altında bulunduğu Allah´a kasem ederim ki: Şayet yemin etmem gerekirse, şu üç husus üzerine yemin edebilirim:

a- Yardımdan dolayı mal noksanlaşmaz.

b- Allah´ın rızasını umarak, haksızlık edeni bağışlayan kimsenin Allah ancak kıyamet gününde üstünlüğünü arttırır.

c- Dilencilik kapısını kendisine açmayan kimseye, Allah fakirlik kapısını açmaz.

(Tirmizi, Ebu Davud, Müslim)


Allah celle celaluhu şu üç kişiye rahmet ederek bakmaz ...

"Allah şu üç kimseye, kıyamet gününde rahmet ederek bakmaz. Onları kusur ve günahlarından (bağışlayarak) temize çıkarmaz. Ayrıca onlar için çok üzücü bir azap da vardır:

– Elbisesini (kibirle) yerlere kadar salıverene,

– Yaptığı iyilikleri insanların başına kakana,

– Yalan yemin ederek sattığı eşyasına sürüm sağlamaya çalışana..."

(Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbn-i Mace)


Şehitlik Mertebesi ...

"Allah, şehidin kul borçları hariç, diğer bütün günahlarını bağışlar."

(Müslim)

Şehitlik, İslâm’da en yüksek mertebe, kişinin ulaşabileceği en yüce pâyedir.

Şehitlik, kulun tüm günah ve kusurlarının bağışlanmasına, affedilmesine sebeptir.

Şehitlik kişiyi bu mertebe yüksek bir dereceye çıkardığı halde, onun üzerinden kul borçlarını silmez. Ortadan kaldırmaz.

Şehid, üzerindeki diğer insanlara ait hakları ödemek, sahibine geri vermek sorumluluğundan kurtulamaz. Kul borçları bu sebeple İslamda çok önemlidir.

(Şehitlerin borçlarını bir lutuf olarak Allah’ın tekeffül etmesi ve alacaklıları verdiği nimetlerle memnun kılarak o şehidi affetmelerini sağlaması da ihtimal dahilindedir.)


Çocuk terbiyesi

"Hiçbir baba, çocuğ(un)a güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş değildir."
(Tirmizi)

"Kim, 3 tane kız çocuğunu yetiştirir, güzelce terbiyesini verir, evlendirir ve onlara iyilikte de bulunursa, onun için cennet vardır."

www.resulullah.org

4 Haz 2008

Düşünme/Tefekkür ibadeti ve Eleştirel Düşünme Yöntemi



Eleştirel düşüncenin hakikati bulmada önemine ve yöntemine değinen bir yazı.



"Bir saatlik tefekkür (düşünme), bin yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır," Hz. Muhammed (as)

Düşünce, dış dünyanın insan zihnine yansımasıdır. Ayrıca düşünme, zihni olarak tasarlanan, biçim verilen, canlandırılan nesne, fikir, ide anlamlarına gelmektedir.

Şüphesiz insan, yaratılanlar içinde en üstün varlık­tır. İnsanı yücelten ve varlıkların efendisi kılan temel unsur aklıdır, düşünme ayrıcalığıdır. Aklı değerli kılan "düşünme"dir. Aklı olup düşünmeyenle aklı olmayıp da düşünemeyen arasında temelde bir fark yoktur. Ancak aklı olup da düşünmeyen insan Allah'a, kendisine ve topluma karşı sorumludur. Sorumluluğun yerine getiril­mesi için düşünme eyleminin sağlıklı bir şekilde ger­çekleşmesi gerekiyor.

Eleştiri, elemek fiilinden "ş" işteşlik ekiyle türetilmiş bir kelimedir. Elemekten amaç, elenen şeyin işe yarar kısımlarının alınıp işe yaramayan kısımların atılmasıdır. Bizde nasıl olmuşsa, eleştiri kelimesi, sadece işe yara­mayan kısımların atılması için yapılan işlem gibi bir an­lam kaymasına uğramıştır. Eleştirel yeti, aklın en önem­li yetilerinden biridir. Eleştirel yeti olmadan düşünce, muhakeme, mukayese ve hayal gücünü kullanma da söz konusu olmayacaktır.

Cemil Meriç, (seviyeli) müna­kaşa eden iki insanı, aynı graniti yontan iki heykeltıra­şa benzetmekte ve münakaşanın hedefinin tahrip de­ğil, terkip olması gerektiğini belirtmektedir. "Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmek­tir" diyen Meriç, yine münakaşayı mağlubun muzaffer olduğu tek yarış olarak değerlendirir. Eleştirinin olma­dığı yerde çınlayan alkışlar, alkışlananları yüceltmez; olsa olsa daha da alçaltır: Eleştiri, bir uçurtmanın havalanabilmesi için gerekli olan rüzgar gibidir.

Eleştirinin olmadığı yerde taassup başlar. Yalnız bizde taassup yanlış algılanıyor. Bazıları taassubu bir fikre, bir ideolojiye, bir dine sıkı sıkıya bağlılık olarak algılıyor. Halbuki insan bir görüşe, bir inanca sıkı sıkı­ya bağlı olabilir, bütün icaplarını yapar, yine de muta­assıp olmaz. Taassupta körü körüne bağlılık ve kendi­si gibi düşünmeyenlere saldırganlık vardır.

Taassup (fanatizm), bir felsefi, siyasal, ideolojik gö­rüşe veya bilimsel iddiaya sorgusuz ve eleştirisiz tam teslimiyet; bir görüş veya tavrın şiddete bile başvura­cak ölçüde savunuculuğunu yapmaktır. Benimsenen bir görüşün, düşüncenin veya tavrın tartışmaya açılma­dan, bütün eleştirilerin dışında tutularak körü körüne savunulmasıdır mutaassıplık. Böyle bir tavır içinde olan kişiye mutaassıp (fanatik) denir.

Fanatizm, terörizmin fikri alt yapısıdır. Terörizm, fa­natizm üzerinde yükselir. Sorgulanması yasak dogma­larla tıka basa doldurulan bir kafanın, tartışamadığı ka­fayı ezmekten başka çaresi yoktur.

Fanatizmin tek çaresi, eleştirel düşünme becerisini kazanabilmektir.


Nedir Eleştirel Düşünme?
Eleştirel düşünme, kendi düşüncelerimizin bilincin­de olup, bizim dışımızdakilerin de düşüncelerini göz önünde tutarak, öğrendiklerimizi uygulayıp kendimizi ve çevremizdeki olayları, durumları ve düşünceleri an­layabilmeyi amaç edinen aktif ve organize zihinsel süreçtir. Bu tanım içerisinde eleştirel düşünmenin beş te­mel özelliğini görüyoruz.

1. Eleştirel düşünme aktif olmayı gerektirir. Eleşti­rel düşünme halinde iken zekamızı, bilgimizi, belleği­mizi ve bilişsel becerilerimizi aktif olarak kullanırız. Ak­tif olarak düşünen kişi, kendini etkileyen olayın dışında kalmaz; olaylara yön vermeye çalışır. Harekete geç­mek için başkasından bir emir ya da dürtüleme bekle­mez; kendi verdiği kararla faal duruma geçer.Karşılaştığı sorunlarla uğraşmaktan hemen vazgeç­mez. Çözmeye karar verdiği sorunun sonucunu alınca­ya kadar devam eder ve karşısına çıkan zorluklardan, yılmaz.

Eleştirel düşünme, bağımsız olmayı gerektirir. Eleştirel düşünme hiçbir önyargı, ön kabul ya da her­hangi bir otoriteye yaslanmayı kabul etmez.

Eleştirel düşünme, yeni düşüncelere açık olma­yı gerektirir. Eleştirel düşünen kişi, kendi mevcut dü­şüncelerinden farklı düşüncelerle kendi düşüncelerini gözden geçirir ve alması gerekenleri alarak düşünce­lerini zenginleştirir. Kendisine yaşı sorulduğunda alt­mış yaşında olduğunu söyleyen, on yıl sonra tekrar so­rulduğunda altmış yaşında olduğunu tekrarlayan ada­mın düştüğü gülünç duruma düşmemek için hayattaki yeniliklere açık olmak gerekir. Aksi halde düşünsel bir betonlaşmayı yaşadığımız halde, bu ilkelliğimizi ilkelilik olarak savunuruz. Değişim yasasına uyarak yeniliklere açık olmayan kişiler hayatın akışına ayak uyduramadık­ları için hayatın dışında kalmaya mahkum olurlar.

2. Eleştirel düşünme, düşünceleri destekleyen de­lilleri ve sebepleri sürekli dikkate almayı gerektirir. Eleştirel düşünen kişi, ileri sürdüğü her düşüncenin se­beplerini ve delillerini açıklayabilir ve sebebini açıkla­yamadığı ve delilini getiremediği düşünceleri de sa­vunmaz. Kendisine "Niçin böyle düşünüyorsun?" diye sorulduğunda hiç kızmadan ve alınmadan "Çünkü..." diye açıklamalar yapabilir. Eğer bir düşüncenin sebep­leri ve delilleri zayıfsa, daha sağlam sebeplere ve de­lillere yönelir.

3.Eleştirel düşünce organizasyonu gerektirir. Dü­şüncenin organizasyonu neyin sebep neyin sonuç ol­duğunu, nelerin delil olarak kullanıldığını, hangi düşün­celerin temel, hangilerinin destekleyici düşünce oldu­ğunu açıklama kolaylığı sağlar.



Düşünen Varlık İnsan
"Düşünüyorsam, o halde varım." (Descartes)

Evrimciler, insanın üstünlüğünü kanıtlama çabası içinde, vücuda oranla beyin ağırlığının en fazla homo sapiens'te olduğunu belirtiyorlar. Yine evrimciler, insan beyninde, "daha yüksek" düşünme yetisini düzenleyen hayli gelişmiş bir beyin korteksi bulunduğunu, oysa bir çok türde hiç kortekse rastlanmadığını da belirtiyorlar. İnsanın üstünlüğünü açıklamak için bundan daha sağ­lam bilimsel kanıt olabilir mi? İnsanı hayvanın gelişmiş şekli olarak tanımlamalarına aslında kendileri de inan­mıyorlar.

En gelişmiş beyin demek, dil ve soyut düşünce (muhakeme) gibi belirli özellikler açısından en gelişmiş beyin demektir. Başka türlerde de örneğin koku alma merkezi gibi bazı beyin bölgelerinin insan beynine oranla daha güçlü ve daha duyarlı olduğu görülüyor. Kimi türlerde ise görme duyusu çok gelişkin ve keskin. Öyleyse, bu anlamda, en gelişmiş beynin insan beyni olduğunu söylemek hiç de doğru değil; homo sapiens'in beyninde özellikle gelişmiş olan aktiviteleri (dil ve düşünce aktivitelerini) belirtmek daha doğru. En ge­lişmiş terimini kullanmak, hayatın ve evrenin her şeyi kapsayan genel bir amacı olduğunu ve her şeyin de bu amacına hizmet etmeye en uygun yaratık olduğunu da ima etmektedir.

"Düşünüyorsam, varım" diyen filozof, aslında düşünemiyorsam, insan olarak yokum, demek istiyor.

Düşünmenin Boyutları


Düşünme fonksiyonumuzun dört temel boyutu var­dır.
• Gözlem yapmak ve algılamak: Eksik veya yanlış aldığımız bir uyarı, belleğimizi ve düşüncelerimizi etki­ler ve bir bakıma daha sonra yapacağımız gözlemlerin sınırlarını belirler.

• Bellekte saklamak ve anımsamak,
• Kavram ve olayları inceleyerek sonuçlar çıkarmak(mantık),
• Yeni fikirler üretmek (içtihad).



Koca Ağabeylerin Emrindeki Düşünce Polisleri
George Orwell'in Bindokuzyükseksendört adlı ro­manında, kurulu düzene "Kahrolsun Koca Ağabey" di­yerek karşı çıkan Winston'un işlediği en büyük suç, dü­şünce suçudur. Bu suç ise, düşünce polisi tarafından er geç farkedilebilecek bir suçtur. Düşünce suçlusu bir müddet, hatta yıllarca kaçabilir, ama düşünce polisi ta­rafından er geç yakalanacaktır bu suçu işleyen kişi.

Günümüzde de "beşer"i "insan" yapan "düşün­ce"nin suç sayıldığı toplum ve topluluklarda kahrolma­sı gereken koca ağabeyler var. "Ben sizin abinizim" di­yenler aslında "Ben sizin Rabbinizim" tavrı içindedirler.

Müslümanlar, hicri 4. yüzyıldan itibaren düşünmeyi sekteye uğratan, her fırsatta düşünmenin/içtihadın teh­likelerini dile getiren sözde alimlerden çok çekmiştir. İmam Şafii'nin "Fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesidir" şeklindeki kapsamlı fıkıh tanımına rağmen, cihadın düşünsel boyutu olan içtihadı, ulaşılmaz bir ye­re kaldırarak ona kutsiyet atfettiler. Bu çalışmalar, çok geçmeden İslam dünyasında acı meyvelerini vermeye başladı. İnsanlar aklı ve aklın en önemli fonksiyonu olan akletmeyi/düşünmeyi bir tarafa bırakarak kendile­rinden öncekilerin ürettikleri düşüncelere sarıldılar.

Kur'an'da yer alan düşünme/tefekkür emrine rağmen, Müslüman aklının önünde inşa edilen bu düşünce blokları, Müslümanların ve İslam dünyasının geri
kal­masına yol açtı.



Düşünce Cihadı: İçtihad
Düşünce hayatın ruhudur. Ruhsuz bir canlının ya­şaması nasıl imkansız ise, düşünceden yoksun bir ha­yatın varlığı imkansızdır. Düşüncesi olmayan insan, ya­şayan ölüden farksızdır.

Gelişmek için sürekli karşılaştırma ve yeni bakış açılarının bulunduğu düşünce pencereleri açmak, çö­zümlerin ve yeni önerilerin peşinde koşan bir zihin için çok önemlidir. Bir düşünce medeniyeti inşa etmeyi amaçlayan Kur'an, her türlü düşünce taassubuna/fana­tizmine karşıdır. Taklidin karanlığından düşünce ciha­dının/içtihadın aydınlığına geçebilen bireyler, gelenek mahkumiyetinden ancak bu cehd ile kurtulabilirler. Bu bakımdan içtihadın, özel bir alan olan fıkıh usulü çerçevesine hapsedilmekten kurtulup hayatın her alanıyla ilgili bir düşünce yöntemi haline getirilmesi gerekir.

İç­tihad kapısı kimsenin özel mülkü değildir. İçtihad kapı­sının kapandığı safsatasının ne şer'i ne de ilmi bir da­yanağı vardır. Onu açmak ve kapatmak da Allah'ın in­sana yüklediği "düşünme/tefekkür ibadeti"nin engel­lenmesidir.

İçtihad kapısını kapatanlar hasta bir ruh halini de beraberinde getirmişler. Sağlıklı düşünme ve muhake­menin yerine, dar kalıplara sıkışan, geçmişin korunu değil de külünü bugüne taşımaya çalışan, geçmişteki içtihadları yeterli görmeyenleri mezhepsizlikle yaftalayarak mahkum etmeye çalışan hasta bir ruh hali, dü­şünce cehdinin/cihadının düşmanlarının resmidir. Bu olumsuz tablo, çağlar üstü olan İslam'ın çağın ihtiyaç­larına dahi cevap veremez duruma düşmesine yol aç­mıştır. Modern cahiliyenin düşünceyi suç sayması ve düşünürleri mahkum etmesiyle içtihad kapısını kapa­tanların tavırları aynı noktada birleşiyor.





Kaynakça
1- DEMiR, Ömer/ACAR. Mustafa; Sosyal Bilimler Sözlü­ğü, Ağaç Yay., İst. 1992

2- CÜCELOĞLU, Doğan; İyi Düşün Doğru Karar Ver, Sistem Yay. İst., 1995
3- En-NEBHANİ, Takiyyüddin; Düşünme Metodu, Çev; Mehmet Hakkı Suçin, Taha Yay., Ank., 1997

4- ORWELL, George; Bindokuzyüzseksendört, Çev: Haldun Derin, Maarif Vakfı Yay., Ank., 1960

5- KILIÇ, Sadık, "Ümmetin Ölü Toprağından Silkinmesi Şart", Kalem ve Onur, Bahar 1994, Sayı 3.

6- VASSAF, Gündüz; Cehenneme övgü, Ayrıntı Yay., İst. 1997.





İktibas Dergisi, Mustafa Şükrü ÜNAL, Sayı: 261, Eylül 2000

Dügünlerimiz, evlilik ve biz



Evlilik hayatın en önemli kurumudur. Evet en önemlilerinden biri demedim, en önemlisidir. Oluşacak toplumun temeli ailedir. Aile toplumun en küçük canlı hücresidir. Yani toplumun „Gen"idir denilebilir, çünkü o „Gen" içerisinde yeşerdiği toplumun şeklini, tipini, ahlakını oluşturacaktır.

Sağlıklı temeller üzerine kurulan ve bu temel üzere devam ettirilen ailelerde yetişek cocuklar aynı „Gen"leri taşıyarak toplumu şekillendireceklerdir. Kadın ve erkeğin evin içerisinde birbirine saygılı olduğu mutlu bir ailede yetişen çocuk, çevresine karşı saygılı davranan, onlara merhametli yaklaşabilen birisi olacakken, tartışma , kavga ve saygısızlık ile yürüyen bir ailede yetişek çocuk da toplumuna ancak acı verecek, kin ve nefreti temsil edecektir.

Evler edinmek, yani evlenmek demek; içinde sığınabildiğin, içinde mutlu olduğun, kendini güvende hissettiğin ve bu kavramların içerisinde sürekli yaşar halde olduğu yuvalar oluşuturmak demektir. Yoksa korkunun , huzursuzluğun sevgisizliğin mekanı, mutluluğun giremediği kalen duvarlı kaleler oluşturmak değildir.Şunu üzülerek ifade etmek gerekir ki, bizler ataerkil bir toplumun parçalarıyız.

Kadının erkeğin karşısında ikinci sınıf değeri olduğu ve onun egemenliği altında yaşaması gerektiğine inandırılmış bir kültürün mirasçılarıyız. Eskilerin değimi ile „kadının karnından sıpayı, belinden sopayı eksik etmemek" gerektiğine inanmışız. Onlara hakaret edildiğine pek çok defa şahid olarak büyümüşüz.
Onları „kısa akıllı" kabul etmişiz. Ama malesef onların annelerimiz, bizleri canlarından daha fazla seven canlarımız olduklarını unutmusuz. Geceler boyu başımızda nöbetler tutuklarını, başımıza bir sıkıntı geldiğinde iki elleri kanda dahi olsa evladları için kendi canlarını feda eden canlarımız olduklarını unutmuşuz.

Toplumun temeli çocukları yetiştirecek anneleri, yani kızlarımızı hiçleştirdiğimiz zaman, yetişecek yeni nesili kişiliksizleştirdiğimizi unutmayalım.Biz müslümanız herşeyden önce, geleneklerimizden, ailemizin hayat anlayışından önce Rabbe teslim olmuşlarız. O bizleri kardeş etmiş. Bizleri yaratılışta eş, dinde kardeş kılmış. Üstünlüğü ise Allah ile olan yakınlığa bağlamış bir dinin müntesipleriyiz. „Üstünlük takva iledir".

Peygamberimiz Hz. Muhammed (as) eşlerine karşı en merhametli olan kimseydi. Onun eşlerini incitici tek bir söz söylediği vaki olmamışken, bize öğretilen , „ilk günden kadının kafasını ezmek ve ona evin hakimini kanıtlamak " diye sunalan reçeteler ve bu içerikli hikayeler müslüman kültürünün bir parçası değildir, onlar ancak cahiliyenin birer ürünüdürler.
Kızlarımızın , kız kardeşlerimizin evlenerek gittikleri evlerde değer görmelerini, ezilmemelerini arzu ediyorsak öncelikle evimizde eşlerimize karşı davranışlarımızı düzeltmeliyiz.

Bu vesile ile belki yeni evlenecek gençlere genel bir tavsiyede bulunacak olursak şunu söyleyebiliriz; Kurduğunuz ailenizin temelinin sağlam olmasını istiyorsanız, onu Islam'ın sütünları üzerine bina edin ki sağlam ve dayanıklı olsun.
Toplumunuzdan öğrendiğiniz cahili gelenekler üzerine bina etmeye çalışırsanız evliliğinizi, o taktirde o evliliğin ömrü ya kısacık olacak, ya da ömür boyu kendilerini birbirine mahkum görerek yaşayan mutsuz bir tarzda sürecektir.Bir ikinci konuya daha kısaca deginmek istiyorum ki o da bu kutsal yapının ilk temelini atarken onun kutsiyetine zarar getirecek bir başlangıç yapmayalım. Düğünlerimizi Allah'ın razı olmayacağı biçimde organize edip bereketini yok etmeyelim.

Düğünler Peygamberimizin uyguladığı bir sünnetir. Düğünler iki insanın yaşamlarını birleştirmelerinin ilan edildiği bir davettir. Düğünlerde eğlence vardır, mutluluk vardır, sevinç vardır. Bunu dışarıya vurmak de en doğal bir şey iken, olayı mecrasından çıkararak geleneklerimiz, toplumumuz adına Allah'ın rızasını arkamıza atarak başlanılan evlilikler bereketli olmayacaktır.Amaç çok şatafatlı bir düğün yapmak değil, Ilahi iradenin razı olacağı bir başlangıç yapmaktır.

„Hayırda yarışmak" ilkesinin yerine „masraflarda yarışmak" anlayışı üzerine kurulmuş cahili düğünleri terk edelim. Bu hem ilahi iradeyi kızdırır, hem de yeni evlenecek gençlere daha sonraları ödemek için uzun zaman boğuşacakları yükler doğurur.
Bakın bir kaç hafta önce Iran Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejad'ın oğlu ile yine Iran cumhurbaskanı yardımcısının kızının evlilik haberi geçti basına. Düğünde kadınlar tarafı kız tarafının evinde toplanırken, erkekler de kız tarafının evsahibinin evinde halıların üzerinde oturmuşlar. Ikramda meyve suyu ve tatlı verilmiş. Birlikte namaz kılınmış ve yemek verilmeden düğün tamama ermiş. Rabbim onlara da mutluluklar nasip etsin.

Ayrıca Hz. Ali ile Hz. Peygamberin kızı Fatimanın evlilik düğünlerini biliriz. Hz. Ali'nin düğünü ancak borç edip misafirlerine yedirdiği basit bir yemeğin dişinda hiç bir özelliği olmayan bir düğündü. Hangimizin çocuğu peygamberin çocuğundan değerlidir.

Allah'tan hayır vermesini bekledigimiz başlangıçlara Allah'ı razı eden eylemlerle başlayalım ki bereketi bol olsun. Şimdi düğünlerinde o masraf bu masraf yaparak ötekilerden aşağı kalmak istemedikçe peygamberi sünnetten uzaklaşanlardan hangisi bir cumhurbaskanı veya cumhurbaskanı yardımcısından daha kariyerlidir. Bu Islamdan uzaklaşan düğünler yapma yarışından kopup, dine, sünnete uygun olanı yapma yarışına girelim.

3 Haz 2008

AYASOFYA VAKFİYESİ

Büyütmek için tıkla

2 Haz 2008

FETİH VE FATİH

Yazar : N. Tayyar Taş
Tarih : 30 Mayıs 2008 09:33


Resmi büyütmek için tıkla

Dün, İstanbul'un fethinin 555. yıldönümü, “Tevhid” ikliminde aklanan milletimize ve o iklimin senelerdir erdemli hayatını özleyen ve hasretle gözleyen insanlığa armağan edilen bir bayram coşkusuyla bir kez daha bütün vatan sathında kutlandı.

Çünkü o “Tevhid,” ezelden ebede kadar gök kubbede dalgalanacak şerefli bayrağımızın mukaddes hilâlinin de ışığıdır. Zira bayrağımızdaki ay yıldız, o “Tevhidi” ifade eder. Bu nur hamulesi, Hendek savaşından itibaren yayılmağa, karanlıklar içerisinde çırpınan bahtsızlara, engizisyonlarda soluyan masumlara somut bir umut oldu.

Hendek kazılırken, yüce peygamberin külüngü ile parçalanan kayadan fırlayan bir çıngı, Arabistan, Irak, İran ve Türkistan'a kadar ulaşıp Türklüğe ebedî zafer azmini ve hayat iksirini sunarken, diğer bir çıngı, Mısır, Trablusgarp, Tunus, Cezayir üstünden İspanya'ya vararak dünya medeniyetinin doğuşunu hazırladı.

Bir diğer çıngı ise, Anadolu'nun kalbine uzanarak, evrensel kıymetleri ve faziletleri kahreden yönetim ve yöntemlere büyük Türk hakanı Sultan Alparslan'ın muazzez nefesiyle son verdi. Kaldı ki, üç bin yıllık bir geçmişe sahip olan ve dünyanın en büyük ordularını donatan bu milletin kazandığı zaferleri ve gerçekleştirdiği fetihleri saymak, birbiriyle et-tırnak gibi özdeşleşen “Fetih, Fatih ve İstanbul” kelimelerini ayrı ayrı yerlerde kullanmak ve hele fethi, Fatih'ten başkasına yakıştırmak mümkün değildir. Çünkü Fatih fetihle güzel, fetih Fatih ile çok özeldir.

Ashâb-ı Kiram zamanından beri defalarca muhasara edilen İstanbul'u fethetmek, daha başlangıçtan beri münferit ve mücerret bir hâdise olmaktan öte, islâmî bir ideal olmuştur. Zira sevgili Peygamberimiz: “Kostantınıyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir” buyruğuna gönül koyan çok olmuştur.

Bu ulvî heyecan şeraresini yaratılışındaki istidatlarla, almış olduğu fennî ve dinî eğitimle birleştirerek, “feth-i mübîn”e hazırlanan Fatih' de şöyle diyordu: “Ya Bizans beni alır, ya ben Bizans'ı alırım.” Bu karasevda ile 29 Mayıs 1453 sabahı, karadan ve denizden, tarihe yabancı bir taktik ve teknikle icat edilen top gürültüleri arasında arzı çatlatan, fezayı çınlatan kös, davul, mehter ve tekbir sayhalarıyla Sultan Mehmed Han'ın askerleri, Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul'un granit surlarını delik-deşik etti.

Bu sahneyi, Yahya Kemal'den dinlemek icap ederse: Vur pençe-i âlideki şemşîr aşkına / Gülbang-i asmanı tutan pir aşkına / Düşsün çelengi Rum'un, egilsûn ser-i frenk / Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına / Son savletinle vur ki açılsın bu surlar / Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına.

Bu aşk, Ulubatlı Hasanı kanatlandırdı ve asırlardır gölgesini ümitle bekleyen burçlar onun diktiği sancakla şereflendi. Artık eskimiş, ekşimiş ve köhnemiş Kostantınıyye fethedilmişti. Bu fetih, Türk'ün çağ açıp, çağ kapatan kudretinin bir kere daha tecelli ettiği tarihtir.

Bu fetih, nurun zulmete, ilmin cehalete, imanın küfre, cesaretin cebânete, Hakkın batıla galebe çaldığı tarihtir. Bu fetih, Muhammedî soluğun kıyamete dek çağları peşinden sürüklemeyi, zaman ve mekâna çıra ve çerağ olmayı muştulayan tarihtir.

Bu fetih, Devlet-i Âliyye'yi Osmaniye'nin, Devlet-i Ebet Müddet olma uğruna ahd ve misakının tescil edildiği tarihtir. Bu fetih, savaşlarda pek görülmemiş ve hâlâ görülmeyen adaleti, emniyeti, iffeti, hürriyeti, hukuku, tahammülü, toleransı, sevgiyi, barışı insanlığa öğreten tarihtir.

Bu fetih, bir ses, bir nefes, bir heves, bir seda, bir vefa, bir dua, bir ufuk, bir nutuk, zaman ve mekân perspektifinde bir hatıra, şanlı ecdadın torunlarına mübarek bir vediadır. Bu fetih, harflerden hecelere bir hayat, hecelerden kelimelere bir ruhsat, kelimelerden satırlara bir kelam, satırlardan sadırlara bir selamdır.

Şair ne güzel söylemiş: Tarihi çevir nal sesi, kısrak sesi bunlar / Delmiş Roma'nın kalbini mızrak gibi Hun'lar / Göktürkler, Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler / Türk'ün yüce tarihîne bin bir zafer ekler / Dünya atının nalları altında ezildi / Kaç haçlı sefer göğsüne çarpınca kesildi / Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden / Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden.

Bu vesileyle, fetihlerin malûm ve meçhul kahramanlarına fatihalar okuyoruz, onların şefaatlerini diliyoruz. Cümlesini hayırla yâd ediyoruz. Hepsinin aziz ruhları şad, mekânları, makamları ve makarları Firdevs cennetleri olsun...

http://www.sakaryagazete.com.tr/yazar.asp?yaziID=1099

1 Haz 2008

"Islami Teror" Kavrami Nedir?



Soru: Cikan teror olaylari icin medyada "Islami Teror" terimi kullaniliyor. Bu ne derece dogrudur?

Cevap: Hic tereddut ve suphe etmeden diyebiliriz ki, teror bir insanlik sucu, bir toplum belasidir. Bu insanlik sucu sezildigi yerde sondurulmeli, goruldugu yerde gomulmelidir. Islam boylesine evrensel bir suca asla musamaha ile bakmaz, bir haklilik payi kabul etmez. Tam aksine acik secik hukumler vaz ederek teroru toplum hayatindan silip yok etmeyi hedefler. Isterseniz bazi Islami olculere kisaca bir goz atalim. Bu olculer ayni zamanda Insanligin kurtarici kurallaridir da:

Islam'da her insan dogustan masumdur. Dokunulmazliga sahiptir!

Bu masumiyet ve dokunulmazligi omur boyu devam eder. Kimse bu masum insanin canina, malina, namusuna, kast etme hakkina sahip olamaz!..

Sayet dogustan dokunulmazlik sahibi bu masum insan, hayatinin bir devresinde dokunulacak suc islerse, bu sucun tespiti ve tecziyesi (terore degil) adalete duser, adalet buna karar verip cezasini uygular.


Bu sebeple, herhangi bir kimse hem savci, hem hakim, hem de infaz gorevlisi gibi davranip da kizdigi insana suc isnat edip, onu da kendisi cezalandirmaya kalkisamaz. Kendinde boyle bir salahiyet bulamaz. Bulmaya kalkarsa ne olur?


Bulmaya kalkarsa o zaman karsisindakine de ayni hak ve salahiyet soz konusu olur. O da mukabele etme hakkini kendinde gorur. Bu durumda toplumda can, mal, namus emniyeti yok olur. Herkes kizdigina suc isnat edip onu cezalandirmaya kalkar. Fitne (anarsi) devri baslar. Fitne baslatan icin ise Allah Resulu (sav) aynen soyle buyurur:

Fitne (anarsi) uykudadir, uyandirana Allah lanet etsin!

Teror iste bu fitneyi uyandirmakta, kendine gore suclar tespit edip yine kendine gore cezalar vermekte, kendini hem savci, hem hakim, hem de infaz gorevlisi olarak gormektedir.

Islam, boylesine hesapsiz kitapsiz anlayisa izin vermez. Musluman bu tur cinayetlere fiilen ortak olmak soyle dursun, fikren dahi taraftar olamaz, kalben bile meyilde bulunamaz.


"Islam'da tek insanin hayati pek de muhim degildir" denemez!

Cunku Maide Suresi'ndeki ayetin ikazi aciktir: Tek insani oldurmek tum insanligi oldurmek kadar vebali ve gunahi muciptir Islam'da... Soyle ikaz etmektedir ayet:

- Kim ki haksiz yere sucsuz bir insani oldururse, sanki tum insanlari oldurmus gibi sayilir. Kim de sucsuz tek insanin hayatini kurtarirsa tum insanlari kurtarmis gibi kabul edilir...

Bu itibarla, tek insanin hayati da tum insanlarin hayati gibi kutsaldir. Tum insanlik gibi korunmaya, saygi duyulmaya layiktir. Hicbir bahane ile basite alinamaz, tek insandir denip de feda edilemez... Bir gemide tek bir canive 99 masum insan bulunsa o gemi batirilmaz. Hatta; o gemide 99 cani varsa; tek bir masum bile olsa yine de o masumun hakki gozetilerek o gemi batirilmaz.

Baris zamaninda insan hayatina dogustan boylesine dokunulmazlik getiren Islam, savas zamanina da ayni sekilde koruyucu olculer koymus, bunu fiilen uygulayarak insanliga ornek olmustur.Nitekim savas icin yola cikmis askerlerine Allah Resulu'nun halifesi Hazret-i Ebu Bekir su tarihi talimati vermistir:

- Dikkat ediniz! Dusman topraklarinda her seyi yapma hakkina sahip oldugunuzu sanmayiniz. Dusmanin yaslilarina, kadinlarina, cocuklarina hasta ve mabetlerdeki din adamlarina dokunmayiniz. Hayvanlarini telef etmeyiniz, bag, bahce gibi yesilliklerine zarar vermeyiniz. Sizin dusmaniniz sadece cephede sizinle savasanlar oldugunu unutmayiniz!.

Butun bu acik secik hukumlere ragmen, yine de Islam'in terore izin verdigini, Musluman'in barisi bozma inancinda oldugunu iddia etmek de Musluman'i baski altina alma terorunden baska bir manaya gelmese gerektir... Medyada cikan "Islami Teror" kavrami da Islama yonelik sozlu saldirilardan birisidir.




Allah bu deyimi kullananlara hidayet nasip etsin.

Amin!

Şuurlu Müslüman -1

Dünyaya gelen her insanda nefsi emmare vardır. Yani emreden nefis... Nefsi emmare, istediği şeyi zorla almaya çalışır. Dünyaya gelen çocuk, süt ister. Süt emmediği zaman ağlar, bağırır.
Çocuk büyüdükçe istekleri de değişir. Mesela annesi, çocuğu alıp pazara çıkar. Çocuk tezgâhta bir bebek görür, onu ister, bebeği aldırana kadar ağlar, bağırır.

Bu hal devam eder...

İnsan büyüdükçe, canı haram şeyler de istemeye başlar. İşte bu isteklere, 'nefis' denir.

İnsanda şeytanla melek mücadele halindedir. Şeytan, kendisine göre bir hayat yaşamasını ister; melek, onu korumaya çalışır.

Şair diyor ki,

"Bin bir derde uğradım ben bile bile,

Neler çektim neler, bu kafa ile..."

İnsan, gençlik yıllarında nefsine mağlup oluyor. Yaşlandıkça, o mağlubiyetin acılarını çekmeye uğraşıyor. Alışkanlıklar köleliktir, azat olmaksa çok zordur.

Bizler henüz ölmedik, sağız. Bunun için dünyada yapılması gerekenleri yapmak zorundayız. Herkes iyiyle kötüyü karıştırarak bir dünya nizamı kuruyorsa, bizler de iyiler ve iyilikler harcı ile kendi dünyamızı kurup, düşüncelerimizi mücessem hale getirmeliyiz.

Devir cemaat devri... Fertler tek başına işe yaramıyor. Lafları dinlenmiyor

Bunların yapılması için fertlerin istekleri, fertlerin görüşleri bir yana bırakılmalı. Hislere veda etmeli. Nefsin mabedinden çıkmalı, yeryüzü bir mabet haline getirilmeli. Artık her meseleye ilmin eli yetişmeli. İlmi geri iten, karanlık gecede fenerini yere çarpan yolcudan farksızdır.

Alışkanlıkların bağlarından kurtulmanın çarelerini aramak zamanı gelmiştir. İlmin ve aklın hâkimiyeti gerekmektedir. Velhasıl, bir şeyler yapmak zarureti vardır.

Yediklerinizin, içtiklerinizin helal yoldan kazanılması dinin icabı değil midir? Başkalarından yardım almamak, tam tersine muhtaçlara yardım etmek, dindarlara düşmez mi?

Namaz kılıp, Allah'ın emirlerini tekrarlamak, onları hatırlamak, sonra camiden dağılıp, çarşıda pazarda İslam'ı tatbik etmek, dinden başka nedir?

Teraziyi doğru tutmak din değil midir? Başkalarını kandırmamak, çalışkan olmak, bilgili olmak, sıhhatli olmak... Bunların çarelerini araştırmak din değil midir?

Aynı zamanda bunların bütünü dünya işi değil midir?

Ey Müslüman,

Güneş zamanında doğuyor, zamanı gelince göçüyor, çiçekler belirli tarihlerde açıyor, fırtınaların ve kuyruklu yıldızların bile zamanı varken, hepsi bir mesai içinde hareket ederken, sen nasıl keyfî hareket edebilirsin ve nasıl olur da işini zamanında yapmayı din dışı sayabilirsin?

Yeryüzündeki nizamı görmez misin? Sular, topraklar ve hava temizleniyor. Elbette bunlar kendiliğinden olmuyor. Öyleyse nizamlı olmalısın ve temizliğin imandan geldiğini anlamalısın.

İslamiyet, diriler dinidir. Ölülerden herhangi bir şey istenmiyor. İslam'ın bütünü dünyada tatbik edilecek. Ahirette mükâfatı alınacak.

Şuurlu Müslüman, dünya işini ibadete çevirendir. Her hareketine ibadetin mührünü basandır. İslamiyet'i öğrenen ve yaşayandır. İfrattan ve tefritten kaçandır. Allah'a asker olup, yeryüzünü bir talimgâh bilendir.

Günah işlemek için sevaptan kaçanlara inat, sevabın yollarını açmak için âdetini ibadete çevir. Şu imtihan âleminde imtihanını ver.

Hekimoğlu İsmail
Google Gruplar
irfanmektebi@hotmail.com grubuna kayıt ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Benim Peygamberim

İlgili aramalar: müzik - ilahi -  ilahi