Son dakıka

28 Ağu 2008

Yavuz Bahadıroğlu | Sayı: 50 | 05.23.2008

“Peygamberim Muhammed’in (s.a.v.) müjdesini Sultan Muhammed gerçekleştirecek”



Osmanlı Devleti, Roma’yı fethetmek üzere kurulmuş bir devlettir. Osmanlı hanedan üyeleri Hz. Muhammed’in (s.a.v.) müjdesine o kadar yürekten inanmıştı ki Fatih Sultan Mehmed, kendisini vazgeçirmeye çalışan veziri Çandarlı Halil Paşa’ya şunları söyledi: “Çaresi yok fetih olacak. Peygamberim Muhammed’in müjdesini Sultan Muhammed gerçekleştirecek.”

“Araştırmacı” kimliğimin bana yüklediği tarihi sorumluluğu göz önünde bulundurarak ifade etmeliyim ki, Osmanlı Devleti, Roma’yı fethetmek üzere kurulmuş bir devlettir.
Başka türlü, aşiretin Ahlat civarından Batı’ya yani Bizans istikametine yürümelerini izah etmek imkânsızdır. Çünkü Bizans o tarihte en büyük bölgesel güçtür. Üzerine yürümek intihardan farksızdır. Küçücük bir aşiretin böyle bir tehlikeye atılması için son derece güçlü bir motivasyon kaynağına dayanması lâzımdır.
Bence bu güçlü kaynak, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in, Konstantiniye fethine ilişkin hadis-i şerifleridir.
Bu hadis sanırım Ahmet Yesevî Hazretlerinin “Alp Erenler”i tarafından Kayıhan Aşireti yöneticilerinin kulaklarına fısıldanmıştır. Ve aşiret, Peygamberinin işaret ettiği istikamette “mutlu millet” vasfını kazanmak için Batı’ya yönelmiştir.
Bence “Feth-i Mübin” bu yürüyüşle başlamıştır.
“Bir toplum çok zor şartlarla karşı karşıya kalır ve bunlara karşı kendinde direnme ve meydan okuma gücü bulursa mutlaka büyür güçlenir ” demekte Toynbee, çok haklı.
Kayıhan Aşireti, Anadolu’nun Doğu bölgesinde kalmak yerine Batı’ya rota tutarken, bölgede tutunabilmenin zorluklarını elbette biliyor, fetih yolunda bir anlamda ateşle imtihanı göze alıyor, hatta buna talip oluyordu.
Biliyoruz ki, Konstantiniye’nin bir gün mutlaka fethedileceğine dair Peygamber müjdesini alan Müslümanların yüreği, o günlerden başlayarak İstanbul surları önünde vurmaya başlamıştır.

Bir ebediyet sırrı
Münferit bazı hamleler (Eba Eyyüb hamlesi misali) zamanla ordulaştı, Selçuklular büyük Malazgirt Zaferi’nden sonra İstanbul’a yaklaştılar. İznik’i fethedip kendilerine başkent, yani yönetimin kalbi yaptılar.
Halis niyetleri İznik’i bir atlama taşı olarak kullanıp gerektiğinde saldırılar düzenleyerek Bizans’ı taciz etmek, en azından mevcudiyetlerini hissettirmekti. Peygamber müjdesine bu kadar yaklaşmış olmaktan duydukları mutluluğu da hesaba katmak lazım.
Çünkü özellikle o çağlarda, milletlerin yaptığı her büyük hamlenin odak noktası dindi. İhtimal o günkü imkânlarla denizi aşıp Bizans’ı fethetmenin imkânsızlığını biliyorlardı. Deniz geçilse bile Bizans’ın son kalesi ve kalbi Kostantinopolis’i çepeçevre saran kalın ve muhkem surları yerle bir edecek güçten mahrumdular.
Bu sebepten, harp meydanlarında yerden yere vurdukları “Bizans keferesi”nin muhkem kalesine giremediler. “Feth-i Mübîn”i zamana bırakırken, düşmanı taciz ve yıpratma konusunda ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Selçuklu Devleti misyonunu ifa edip tarih sahnesinden çekilirken, İlâhî bir tecelli olarak Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıktı; fetih bayrağını devraldı.

Saadet zincirinin halkaları
Fetih yolunda yürüyen Kayıhan Aşireti’nin yiğit serdarı Ertuğrul Gazi, Yassıçemen mevkiinde Selçuklularla savaşan Moğol ordusuna tereddütsüz saldırıp zafer tacına ortak oldu. Selçuklu Sultanı Keykûbad’la Kayıhan Aşireti’nin genç serdarı Ertuğrul Gazi arasında cereyan eden kısa çadır sohbeti, sanki bir devir teslim töreniydi: Anadolu’yu Müslümanlaştırma ve Türkleştirme misyonunu ifa eden Selçuklular, fetih bayrağını, yeni doğuşun müjdecisi olarak, Anadolu’ya ayak basan Osmanlı soydaşlarına teslim ediyor, şerefleri, şanlarıyla tarihten çekilmeye hazırlanıyorlardı.
İhtimal o sıralar, bu muazzam devir teslimin farkında değillerdi. Ama tarihin tecellisi mezkûr buluşmanın esas mahiyetini çiziyor, Sultan Keykûbad’dan nasibini alan Ertuğrul Gazi, bir avuç kahramanıyla, aşiretine ikram edilen topraklara yürüyerek, Söğüt’e yerleşmek suretiyle mukadder fethe ilk büyük adımı atıyordu.
Zaman içinde Bizans kaleleri bir biri ardından düştü. Artık Osmanoğulları diye anılan Kayıhanlılar, 1308’lerde Marmara Denizi’ne dayandılar.
Müjdelenmiş şehri uzaktan, bir sis perdesinin ardına saklanmış kuğu alımlılığında görmek bile kanlarını tutuşturmuş olacak ki, o hızla Bursa’yı alıp devlet merkezi yaptılar (1326) ve Maltepe Zaferi’ni kazandılar (1328).
Artık İstanbul, müjde şehir, daha yakındı. Bir solukta içlerine çekmek istiyorlardı. Bunun için de Selçuklu’nun eski payitahtı İznik’i fethetmeli, Bizans’ın yumuşak karnına bir Osmanlı kılıcı gibi girmeliydiler.
Osmanoğullarının ilk fetihlerindeki şuuru gördükten sonra, şu hükmü rahatlıkla verebiliriz:
Kayıhan Aşireti, Horasan’dan Söğüt’e, ardından mezar taşlarından bir iz bırakarak yürürken, güçlü bir devlet olma hayalini de beraberinde sürüklüyor, bunun kalıcılığının Kostantiniye’nin fethine bağlı bulunduğunu seziyor ve hiç şüphesiz, “Kostantiniye mutlaka fetholunacaktır” müjdesini mukaddes bir muska gibi kalbinde taşıyordu.
“Feth-i mübîn” bu “Saadet Zinciri”nin son halkasını teşkil ediyor.



Adam gibi adam nasıl yetişir?
“Adam gibi adam” yetiştirebilmek için, öncelikle anne-baba, ardından da “hoca” yetiştirmek gerekiyor.
Annesine (Hüma Hatun), babasına (Sultan II. Murad) ve hocasına (Ak Şemseddin) bakarsanız Fatih’i; Fatih’e bakarsanız anne, baba ve hocalarını görürsünüz.
Fatih’i dünyada benzerlerine rastlanabilen bir cihangir olmaktan çıkarıp benzersiz bir hükümdar yapan sâikin baş mimarı, öncelikle anne-babası, hemen sonrasında ise hocaları geliyor.
Özellikle de Molla Ak Şemseddin.
Rivayete göre, Osmanlı Devleti kuruluş aşamasındayken, kurucu Osman Gazi’nin kayınpederi (kaimpeder), maneviyat önderi ve şeyhi Edebali Hazretleri, insanın önemini vurgulayan bir tavsiyede bulunmuş, demiş ki: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devletin yaşasın!”
Bu tavsiyeden yıllar sonra, Fatih Sultan Mehmed, aynen tavsiyeye uymakta, fetihten sonra katıldığı ilk Divan’da (Bakanlar Kurulu), “Bu ferah ki bende görürsüz; yalnız bir kal’a fethünden değildür; Ak Şemsüddin gibi bir pîr–i azizin, benum zamanumda olduğuna övünürüm” diyerek, fethettiği Konstantiniye ile değil, Ak Şemseddin Hazretleri ile yani bir “insan”la övünmektedir.
Aslına bakarsanız, Ak Şemseddin de övünülmeye değer bir “insan”dır. İmanla tekniği içinde bütünlemiş, dünya ile ahiret arasında, her Müslümanın kurması gerektiği halde bir türlü kuramadığı, sağlam bir denge kurmuştu.

Hikmet dünyasının yol haritası: Ak Şemseddin
O, yalnız Müslümanlar tarafından değil, Hıristiyanlar tarafından da hürmetle anılan bir “cevher insan”dır. İstanbul’un mânevi fatihidir. Ve harap halde ele geçirilen şehri yeniden inşa eden aksiyonun merkezidir. Ayrıca Eyüb Sultan’ın kayıp kabrini keşfeden bir büyük velidir.
O kadar büyüktür ki, huzurunda Fatih bile erimekte, tiril tiril titremektedir. Fatih’in, Vezir-i Âzamı Mahmud Paşa’ya şikâyeti meşhurdur: “Bu pîre (Ak Şemsüddin’e) hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım, ellerim titrer.”
Ak Şemseddin için Sultan İkinci Mehmed bir şahıs değil, bir semboldü. Zira Hoca, cihanın, yeniçağa talebesinin yüreğinden geçilebileceğini biliyordu.
Sultan İkinci Mehmed küçük yaşlarında iken hocası Molla Ak Şemseddin kulağına eğilir ve başarının en önemli kuralını fısıldardı: “Nereye gideceğini bilmeyen yolda kalır, nereye gideceğini belirle!”
Birlikte bir hedef belirlendi: “Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir!”
Ak Şemseddin hedef tespitinden sonrasını da söyledi:
“Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların ve surların üzerinden geçesin.”
“Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sordu. Ak Şemseddin hiç duraksamadan cevap verdi:
“Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar olur.”
Ve Sultan İkinci Mehmed, günü gelince, çocuk yaşına bakmadan öncelikle Bizans’ın fethini düşleyip sonrasında konuşmaya başladı.

Tecrübe mi, tecrübesizlik mi?
Çandarlı Halil Paşa, gencecik padişahın niyetini duyar duymaz telaşlandı. Sadrazamdı. Sadrazam olarak genç padişaha yol göstermek gibi bir sorumluluğu vardı. Bu çocuk (Padişah) bir çocukluk edip Bizans’ın üzerine yürümeye kalkarsa, alimallah Osmanlı mülkü pây-mâl olabilir, hatta elden gidebilirdi. Ümmet-i Muhammed’i bir aceminin acemiliğine kurban etmeyecekti. İkaz görevini yapacak, kelle pahasına olsa bile Padişahı bu maceradan vazgeçirecekti.
Bir gün hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu:
“Sen ümmet-i Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersün?”
Genç Hünkâr, baba yadigârı Sadrazamının öfkelenmesinin sebebini az çok tahmin etmişti. Fakat ağzından duymak istiyordu:
“Kangi sebepten ümmet telef olubdur koca vezirum?”
“Bizans’ı feth itmeğe and virmişsün. Ümmetun telefatine başkaca sebep ne lazım?”
“Beli, and virdük. Ya biz Bizans’ı, ya Bizans bizi alacak dedük! Bir mahzuru mu var?”
“Elbette!” diye cevap verdi Sadrazam, konuşurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki, akl-ı selim olmayacak duaya hiç bir vakit âmin dimez.”
Sultan İkinci Mehmed gülümsedi:
“Kangi duayı kabul edeceğini ancak Hak Tealâ bilür. Biz sadece arzımızı yapar hükm-i İlâhiyi râm olub bekleriz.”
Kalktı, Sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı:
“Her daim dimez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftur. Biz dahi muştunun (fetih müjdesinin) tahakkuku cihetinde say edeceğiz. İnşaallah-ü Tealâ fetih mukarrerdir.”
“Nereden belli ki?”
“Doğru, henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.”

Hedefi olanın gücü de olur
Koca Sadrazamın aklı bu işe bir türlü yatmıyordu. İkna olmamıştı.
“Baban alamadı, ondan öncekiler de alamamıştı, sen nasıl alacaksın?” dedi hafiften alaycı.
Genç hükümdar hışımla pencereye döndü. Bir süre yeniçerilerin koşturmasını seyretti. Onlar fethe inanıyordu. Ama yaşlı Sadrazamını henüz inandıramamıştı.
Yüreğine ince bir sızı girdi. Bir an için endişelendi. Ne de olsa yaşlı Sadrazamın müthiş bir tecrübe birikimi vardı. Onbeş yaşından beri devlet hizmetindeydi. Kendisi ise onbeş yaşını geçeli ancak birkaç yıl olmuştu. Bu açıdan şartlar aleyhine görünüyordu.
Fakat şartlara teslim olmayacaktı. Çandarlı’ya döndü:
“Bak a vezirim” diye söze başladı, öfkesini tereddüdüne sarıp yutkunarak; “Ben ne babama benzerim, ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak. Peygamberim Muhammed’in müjdesini Sultan Muhammed gerçekleştirecek.”
İhtiyar Sadrazam, tezini savunma kararlılığı içinde tek geri adım atmadı:
“O zaman bil ki, bunun mes’uliyeti tamamıyla sana aittur, çünkü akıbeti hayır görmüyorum. Bizans İmparatoru ünvanını alayım derken, korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!”
Padişah ilk defa öfkelendi: “Hırs değil iman!” diye bağırdı, “Dedik a, ya biz onu, ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca yolu yoktur.”
“Elinde olanla yetinsen...”
“Elimizdekiyle yetinirsek elimizde olan da gider Çandarlı, ne belledin! Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız, ya da aşağı kayarsanız. Ben gencim, tırmanacağım!”
“İmkânsız” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa.
“Neden koca vezir?”
“Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak cesamette (büyüklükte) topumuz yoktur.”
Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Ak Şemsüddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu:
“Surları yıkacak toplar günün birinde yapılacak mı?”
“Evet” dedi Sadrazam, “günün birinde elbet yapılır.”
Genç hükümdar kükredi: “İşte o gün, bugündür vezirim! Şahi toplarını yapacak zenaatkâr da biziz, Bizans’ı alacak Hünkâr da biziz!”

Ve bir terkibin izleri
Ne demişti Ak Hoca:
“Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder. (gerçekleşir)”
Şartlar değişti, Bizans teslim oldu, çünkü hedefine yüreğini kilitleyip emeğini yüreğinin yanına koyan gencecik Padişah rahmetin tecellisini hak etmişti.
Rahmet indi, fetih gerçekleşti.
Müverrih Tursun Bey, kendi adını taşıyan tarihinde der ki:
“Çün erkân-ı devlet vü mülâzımân-ı hazret kal'anun kapularun açdılar, Sultan Mehemmed-i Gâzi, Hazret-i Muhammed-i Arabî aleyhi efdalü's-salavât, Burâka binüp seyr-i cennet ider gibi, ulema ve umerâsı ile kal’ayı (İstanbul’u) teşrif buyurdu.”
“Fetih ekseni” bir birini tamamlayan üç “âbide insan”dan oluşuyor. Biri Fatih Sultan Mehmed, ikincisi Ak Şemseddin, üçüncüsü Ulubatlı Hasan...
Bu terkipte Fatih adaleti, asaleti, liyakatı ve devleti; Ak Şemseddin hikmeti, himmeti, rahmeti; Molla Gürani ile Molla Hüsrev milleti, şeriatı, ilmi; Ulubatlı Hasan ise izzeti, cesareti ve himmeti temsil etmiştir.
Millet bu terkibi yeniden bir araya getirebilirse başka biçimde fetih yolları tekrar önünde açılacaktır.



* http://www.moraldergisi.com/makale.php?mid=451 sitesinden alıntı.

Alemlerin efendisi Hz.Muhammed (sav) efendimize salâtu selam ile... Rabbime emanet olunuz Selam ve Dua ile.. Ebrar
Google Gruplar
irfanmektebi@hotmail.com grubuna kayıt ol
E-posta:
Bu grubu ziyaret et

Benim Peygamberim

İlgili aramalar: müzik - ilahi -  ilahi